Türkiye`deki Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri Avrupa’da ve özellikle Almanya`da büyük ilgi ile izlendi. Seçimler sonrasında yapılan değerlendirmeler, özellikle Cumhur ittifakı ve R.T. Erdoğan’a seçime katılanların % 62 ‘sinin oy vermiş olması ve yapılan kutlamalar büyük şaşkınlık ve tepkilere yol açtı.
Ana akım medya Türklerin % 62’si Erdoğancı sonucuna vararak gazetecilik üstün başarısını elde etti. Gerçek durum bu değil:
Almanya’da 2 milyon 800 bin Türkiye kökenli göçmenlerin sadece 1 milyon 501 bin 152 kişisi Türkiye’deki Parlamento ve Cumhurbaşkanı seçimlerinde oy kullanma hakkına sahipti.
Seçime katılan780 bin (% 52) seçmenin, 468 bini (%62) Cumhur ittifakına ya da R. T. Erdoğan’a oy verdi. Bu da seçim hakkına sahip olanların % 25’ ne tekabül ediyor.
Bu gerçeklik üzerinden bakıldığında yaratılan algının hiç de doğru olmadığını tespit edebiliriz.
Bu rakamlarla elbette muhafazakâr / ırkçı, milliyetçi kesimin ya da siyasal İslam’ın gücünü küçümsemek olarak algılanmaması gerekir. Bu, ayrıca incelenmesi gereken önemli bir konu.
Seçim süreci ve sonrasında yaşanan tartışmalarda, Almanya „göçmenler “ politikasının çıkan sonuçta payı var mı? Sorusu meselenin kıyısında tartışıldı.
Asıl tartışılması gereken en can alıcı noktada budur.
Almanya nüfusu 84 milyon, bunun % 27’si göçmen kökenli. Türkiye kökenliler 2 milyon 800 bin nüfus ile önemli bir topluluğu oluşturmakta.
Almanya göçmen ülkesi miyiz? Değil miyiz? Tartışmasını ancak 2000 yılında virgül koyarak yabancılar yasasını göçmenler yasası olarak değiştirdi.
İki yıllığına gelen misafir işçiler sermayenin işgücü ihtiyaçlarını karşıladılar. Bu süre içinde bir kısmı dönmüş olsa da ezici bir çoğunluk burada kaldı.
Geldiğimiz aşamada ikinci üçüncü ve dördüncü kuşak oluşmuş olsa da Almanya kurumsal olarak henüz göçmen ülkesi koşullarına sahip olamamıştır.
Burada yaşayan 10 milyon göçmen seçme ve seçilme hakkından mahrum durumda. Örneğin: Başkent Berlin’de 500 bin kişi seçim hakkına sahip değil. Bu sayı son Berlin seçimlerde en fazla oy alan CDU ‘nun aldığı oy (499 bin…) kadar. Bu durum ne seçimlere giren partileri ne de sıradan alman vatandaşını rahatsız ediyor.
İlginiç olan seçme ve seçilme hakkına sahip olmayan göçmenlerin önemli bir kısmıda bu duruma tepki göstermemesi.
Federal mecliste sadece yüzde 11‘i göçmen kökenli, Eyalet parlamentolarında ortalama sadece % 7 göçmen kökenli milletvekili bulunmakta.
2012 yılında R. T. Erdoğan ile dönemin Başbakanı Angela Merkel arasında yapılan anlaşmalar ile seçim sandıkları ilk defa 2014 yılında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerde buralara taşındı. Türkiye’de kurulan partilerde burada örgütlenme hakkına kavuştu.
Almanya adına anlaşmayı yapan Merkel Hükümeti sandıkları buraya taşıma yerine burada yaşamını sürdürenlere en azından yerel seçim hakkı vererek burada yaşayan insanların bu toplumun bir parçası olduklarını hissettirebilirdi. Olmadı.
Avrupa birliğinin herhangi bir ülkesinden gelenler, bazı eyaletlerde sadece 3 ay bazılarında 6 ay bir seçim bölgesinde ikamet etmeleri durumunda yerel seçimlerde seçme ve seçilme hakkına sahip oluyor. Fakat ömrünü burada tüketmiş insanlar yaşadığı kasaba ya da kentin belediye encümenini ya da başkanını seçemiyor. Bu da Almanya demokrasisinin bir zaafıdır.
Türkiye seçim sandıkları buraya kurulmadan önce seçime katılmak isteyenler uçağa atlayıp Türkiye sınırlarında oy kullanabiliyordu. Seçme hakkının buraya taşınması Erdoğan’ın bir kazanımı olarak Türkiyeliler arasında algılandığını söylemek yanlış olmaz.
Göçmenler dünyanın her yerinde gittikleri toplumda kültürlerini, dilini, inancını korumak için muhafazakâr davranırlar. Genellikle kendilerine gettolar yaratırlar. Türkiye`den gelen göçmenlerin önemli bir bölümü bu durumu yaşadı.
Türkiye`nin gelmiş geçmiş bütün iktidarları bu durumu kendi lehlerine kullandı.
Türkiye’de bulunan bütün siyasal akımların Almanya`da taraftarları oluştu. Camilerini, cemaatlerini, derneklerini ve federasyonlarını kurdular. Fakat bütün birlikler ve ayrılıklar Türkiye merkezli oldu. Bugüne kadar yaşadığımız ülkedeki sorunları temel alan bir örgütlenme oluşturulamadı. Siyasetle uğraşanların ezici bir çoğunluğu Avrupa’da yaşayıp Türkiye`yi yaşamaya devam etmekte.
Almanya`da muhafazakâr, milliyetçi veya siyasal İslamcı kesimin oluşması AKP ile başlamadı. Türkiyeliler gelmeden başlamıştı. Siyasal İslam’ın Almanya`da örgütlenmesi CIA ve BND’nin (Bundes nachrichten dinst)(Alman istikbarat teşkilatı) desteği ile 1950’li yıllarda başlıyor. Amaçları, Sovyetler Birliği sınırlarındaki Müslümanları „Komünizme “ karşı kışkırtmaktı. Bunun için II. dünya savaşı sırasında Nazilerin Kafkaslarda kızıl orduya karşı kurdukları Müslüman birliklerinden bir kısmı savaş sonrası Almanya’ya yerleşmiş, özellikle Müslüman kardeşlerin örgütlenmesinin yolu açılmıştı. yedinci minareli camilerini de Münih ‘de (1967-73) yıllarında inşa etmişlerdi.( Birincisi, müslüman savaş esirlerini İ. Dünya savaşında almanların yanında yer almalarını amaçlayarak 1915 yılında Berlinde yapılmıştı) Çıkarttıkları yayınlarla da bir yandan Almanya`da siyasal İslam’ı yaygınlaştırmanın önünü açarken diğer yandan „komünizme “karşı görevlerini yerine getireceklerdi.
Ayrıca Türkiye`den ve diğer müslüman ülkelerden gelen göçmenlerin kurdukları cemaatlerin günümüzde ciddi bir güce sahip oldukları bir gerçek. Bu konu yazımızın çeperini aşan bir konu olduğu için sadece bu kadarı ile yetinerek devam edelim.
Göç alan toplumlarda göçmenleri hemen kucaklamaz. Onlarda temkinli olurlar bu bazı durumlarda milliyetçilik ve ırkçılığa kadar gider. Demografik yapılarının değişmesinden endişe ederler, farklı kültürlere karşı onlarda muhafazakâr olurlar.
Bu durumdaki ülkelerin, göçmenler politikasına ve basınına büyük görevler düşüyor.
Almanya`da politikacıların özellikle kriz dönemlerinde göçmenler üzerine yaptıkları yabancı düşmanı tartışmalar ve basının manşetlerden hedef göstermesi, Irkçı Faşist grupların saldırılarına zemin hazırlamakta.
Geçtiğimiz günlerde (29 Mayıs1993) Solingen katliamının 30. yılını geride bıraktık. Bugüne kadar ırkçı faşist saldırılar sonucu çoğu göçmen kökenli olmak üzere 300 kişi hayatını kaybetti. Ayrıca çoğu göçmen 300 civarında kişi de polis tarafından öldürüldü.
En çok bilinen NSU faşist örgütünün sekizi Türkiyeli biri Yunan biride polis olmak üzere 10 kişiyi katletti. 2000 yılından 2011 yılına kadar Devletin sadece aileleri terörize etmesi, faşistlerin yapmış olabilme ihtimali üzerinde durmaması, delilleri karartması, göçmenlerin devlete olan güvenini daha da zayıflatmıştır.
Almanya`da bu toplumun bir parçası olmuş göçmenler hala eşit vatandaşlık haklarına sahip değiller. Kurumsal ırkçılık her boyutu ile devam ederken, konuyu bu boyuttan uzak tartışmak doğru bir yaklaşım olmaz. Almanya göçmenler politikasını sorgulamak yerine sadece göçmenlerin tercihlerinden dolayı yargılamanın topluma bir yararı da olmaz.
Bu kadar “demokratik” bir ortamda yaşayan Türkiyeliler neden otoriterden yana olurlar gibi bir yaklaşım karşısında akıllara şu soru gelmez mi?
Aşırı sağcı AFD Almanya’nın hemen bütün Eyaletlerinde parlamentolara girmeyi başarmış. Federal mecliste yüzde 10,5 ile temsil ediliyor.
Nasıl oluyor da bu kadar “demokratik” bir ülkede AFD ye bu kadar oy çıkıyor? Ya da AB ye üye olan ülkelere bakalım İtalya’da Meloni, Macaristan’da Orban, Fransa’da Le Pen, Polonya’da PİS ve daha başkaları …. Nasıl oluyor da demokrasinin eşiği olan Avrupa’da demokrasi düşmanı olarak damgalananlar bu kadar oy alabiliyor?
Ya da sorgulanması gereken, nasıl oluyor da Türkiye`de bu kadar olumsuzluğa rağmen R.T Erdoğan ve Cumhur ittifakı bu kadar fazla oy alabiliyor.
Kuşkusuz bunun birden fazla sebebi bulunmakta. Fakat bu konuda Türkiye’de yaşayanların yapacağı analizler bizce daha önemli.
Sağ/milliyetçi/ırkçıların ve siyasal islamın dünya çapında yükselişte olduğu uzun bir süredir bilinmekte.
Almanya’da yaşanan da aslında Türkiye’nin aynası olarak görmek gerekir.
Avrupa da ki oryantalist ve Avrupa Merkezci bakış (Eurozentrisch) ile göçmenler ve geldikleri ülkelere yönelik yaklaşımı da burada yaşayan insanları daha fazla milliyetçi olmasına yol açmakta, körüklemekte.
Bütün bu gelişmeler karşısında, yeni bir siyasi çıkışa ihtiyaç olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Sosyolojik olarak toplumun nasıl dönüştüğünü irdeleyen, sistemi sorgulayan, alternatif üreten, bugünden nasıl bir gelecek istediğini yaşayarak kanıtlamaya çalışan bir ilişki ağına, kollektif akla ihtiyaç var.
Dünya çapında çapında ırkçı/faşist gurup, partilerin güçlenmeleri ve artık meşrulaştırılmaları karşısında seyirci kalarak ya da sadece protesto ederek değil, solun, sosyalistlerin adaletsizliğe ve eşitsizliğe karşı alternatifler ürettiği bir döneme doğru evrilerek Dünyanın milliyetçiliğe kayısı engellenebilir.
Solun, çözümü de sadece meclislerde değil mücadeleyi sokaklarda aramasıyla ancak bir dönüşümü yaratabilir.
DuvarYazisi.Org / Nürnberg