Almanya‘da ırkçılığa karşı mücadele – Garip Bali

HomeManşetIrkçılık - Göç

Almanya‘da ırkçılığa karşı mücadele – Garip Bali

Almanya‘da ırkçılığa karşı mücadele

Neden önemli?

Egemenler kendi iktadarlarını korumak için toplumu, düzenin temel yapısının sorgulanmadığı „sorunlarla“ karşı karşı bırakmaya çalışırlar.
Sorun olmayanı sorun haline getirip, yani insanları suni sorunlar etrafında kutuplaştırıp karşı karşıya getirirler.
Egemenlerden kast edilen ise, mevcut düzen içinde çıkarları korunan sermaya sahipleri, varlıklılar, mülkiyet sahipleridirler. Bir de bunların, düzeni güzelleştiren, alternatifsiz ilan eden düzen partileri, politikacıları, yandaş medyaları ve sıradan örgütlü.örgütsüz düzen savucuları gibi yedek güçleri vardır. Egemeler, bütün toplumu, düzeni sorgulatmayacak, ona karşı mücadele etmeyi aklının ucundan bile geçirmeyecek ve kendi doğrularından yana hizaya getirmek için, bin bir çeşit algı operasyonlarını sürekli işletirler.
Bu algı operasyonlarının başta gelenlerinden biri de ırkçılık kavramı çerçevesinde ele alınması gereken olgulardır. Dünyanın hemen hemen her yerinde ve her topluluklarda ırkçılık şu veya bu oranda etkin bir olgudur. İnsanlık tarihi boyunca -yer ve döneme göre- belli toplumsal gruplar hedef haline getirilip imhaya kadar varan muamele tabii tutulmuşlardır. Genelinde bu süreçleri planlayan ve örgütleyen düzenin bir üst yapısı olsa da, gerçekleşmesinde, kendini düzenin doğal bir parçası kabul eden, çoğunluk kesimin aktif ya da pasif onayı söz konusudur.

Irkçılık, tarih boyunca dünyanın her yerinde çeşitli biçim ve yoğunlukta boy göstermiştir.

Dünya geneline yayılmış üç ayrı ırkçılığa değindikten sonra Almanya’da ırkçılık ve ona karşı mücadele konusuna daha somut girmeye çalışacağım:

Siyahilere karşı ırkçılık
En çok bilinen ırkçılıklardan biri, siyahilerı insanlık mertebesine bile erişmemiş varlıklar olarak tanımlayan ve onları insanlık dışı muamelelere tabii tutan, yani köle olarak kullanılmalarını meşrulaştıran, kafa taşçı-biolojik bir ırkçı söylem olarak bilinir. Orta çağda kölelik olarak gelişen bu ırkçılık, gününümüze dek kafalarda halen silinmemiş bir ırkçılıktır. Sonuçta siyahilerin yaşadığı ırkçılık, ücretsiz iş gücünün kullanılmasını meşrulaştırmış ve avrupa kökenli sermayenin güçlenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Amerika‘da daha geçen yüzyılın ortalarına kadar çok bariz ve yasal bir şekilde yaşanan ırkçılığın, bugün halen devam ettiğini görüyoruz. Bugün halen siyahiler Amerika‘da nüfus paylarına göre ortalamanın çok üstünde bir biçimde tutuklanmaktalar, polis baskısı görmekteler, kriminalize edilmekteler, öldürülmekteler, yoksulluk içinde yaşamaktalar ve pandemi döneminde de en çok zarar görmekteler.
1960‘lı yılların ortalarında, yeni gelişen sol-sosyal-devrimci hareketlere paralel olarak Amerika‘da da ırkçılığa karşı siyahilerin değişik direniş hareketleri gelişmiştir: Bir tarafta Marthin Luther King ve Malcom X öncülüğünde siyahi kimlik ve insan hakları temmelli hareketler gelişirken, öbür tarafta Black Panther Party gibi sosyal temelli ve silahlı direniş hareketleri de gelişmiştir. Son yıllarda ise özellikle yükselen ırkçı polis şiddetine karşı Black Lives Matter (BLM) hareketi gelişmiştir. Dün olduğu gibi bugün de siyahilerin Amerika‘da yükselen ayaklanmaları dünyada ses çıkarmaktadır. Mayıs 2020‘de George Floyd‘un boynuna basılarak nefessiz bırakılıp polis tarafından öldürülmesine karşı Berlin‘de de 50 bin civarında insanın yer aldığı kitlesel proteso eylemleri olmuştur. Ne yazık ki, Almanya‘da benzeri ırkçı cinayetler yaşanıyor olmasına rağmen, aynı oranda protesto eylemleri gelişemiyor ve ses çıkarılamıyor. Örneğin 2007‘in ilk günlerinde Oury Jalloh adında 21 yaşında Siera Leona kökenli siyahi bir mülteci Dessau‘un bir polis karakolunda, elleri ayakları zincirlenmiş bir halde yakılarak öldürüldü.
Olayın aydınlatılması, ırkçılığın kınanması ve suçlu polislerin yargılanması için verilen ısrarlı mücadeleye ve aynı polis karakolunda daha önceleri iki insanın yakılarak öldürüldüğü biliniyor olmasına rağmen, Oury Jalloh cinayet davası para cezalarıyla kapatılda.

Almanya, sömürgecilik ve kölelik
Almanya‘nın da İngiltere ve Fransa gibi sömürgelerinin olduğu uzun bir süre pek bilinmezdi. Halbuki Afrika kıtasının harita üstünde cetvelle paylaşılması, Almanya‘nın Berlin kentinde düzenlenen iki ayrı Konferensta gerçekleşmiştir: Biri 1878‘de yapılan Berliner Kongresi, diğeri ise 1884‘de Bismarck öncülüğünde yapılan Kongo konferansı (veya Berlin konferansı) idi.
Almanya‘nın Afrika kıtasında, bugün adı Namibia olan Deutsch-Südwestafrika, Kamerun, Togo,  Burundi, Ruanda, Tansania, Kongo Cumhuriyeti, Merkez Afrika Cumhuriyeti, Tschad, Nijerya, Ghana, Papua-Neuguinea gibi sömürgeleri vardı. 20.yüzyılın başlarında, 1904 yılında, Deutsch-Südwestafrika‘da, bugünki adıyla Namibiya‘da, dünyanın ilk soykırımı, baskı, sömürü ve köleliğe karşı direnen Herero ve Nama halkına karşı işlendi. Bu soykırım ancak 117 sene sonra, yani 2021‘de, resmen soykırım olarak kabul edildi.

Antisemitizm
İkinci yaygın ırkçılık, özellikle Avrupa‘da bilenen ve kamuyonda çokça dillendirilen Antisemitizm olarak adlandırılan Yahudi düşmanlığıdır. Almanya‘da Nasyonal Sosyalizm döneminde toplama kamplarında 6 milyon yahudinin gaz odalarında öldürülmesiyle zirveye varmış bu ırkçılık, günümüzde de halen önyargılar ve yahudilere karşı yapılan saldırılarla devam etmektedir. Yalnız Almanya‘da değil, son yıllarda özellikle de doğru avrupa ülkelerinde ve Türkiye gibi, müslüman ülkelerde de yaygın bir ırkçı düşünce biçimidir. Antisemit düşünce, yahudileri her beladan dolayı sorumlu tutmaya dayanmaktadır. Onların, en büyük sermayeye sahip oldukları iddia edilerek, dünyayı gizlice yönettikleri biçiminde açıklanmaktadır.

Bu arada İsrail devleti ve hükümetinin filistin topraklarını işgal etmesi ve filistin halkına sürekli baskı uygulamasından dolayı, haklı olarak eleştirilmesinin de antisemitizm olarak tanımlamasını hiç doğru bulmuyorum. İki alman devletinin birleşmesiyle, Almanya’nın tekrar dünyanın başına bela olacağı ve yahudileri korayacak tek gücün israil devleti olduğu savından hareketle, kendine „antideutsch“ diyen bir kesim Antifalar, İsrail devletinin eleştirilmesini antisemitizm olarak tanımlayarak, sol, antifaşist ve antiırkçı hareketler içinde, ikircilikler yaratarak parçlamaya çalışmaktadır.

Alman Federal parlamentosu da filistin halkıyla yapılan dayanışma çalışmalarını kriminalize etmek için, mayıs 2019’da BSD kararını kabul etti. BDS İsrail devletine karşı protesto hareketini ‘boykot, yatırım yapmama ve yaptırım uygulama’ şeklinde bir kampanya ile sürdürmektedir. Dünya genelinde aydınlar tarafından da destek bulan bu kampanya karalanıyor ve kamu desteği kesilmeye çalışılıyor.

Mayıs 2021 başlarında yaşanan filistin/israil çatışmasından sonra, Almanya sokaklarında da yapılan filistin halkıyla dayanışma eylemleri her zamanki gibi antisemit eylemler gibi gösterilmeye çalışıldı. Bütün parlamento partilerinin ve ana akım medyanın hem fikir olduğu şu düşünceler bangır bangır açıklandı:
• İsrail devletinden yana olmak alman devletinin varlık nedenidir (Staatsräson),
• batı dünyasının „değerleri“ antisemtizmi ve şiddeti kabul etmez,
• israil devleti yahudileri filistin (Hamas) saldırılarına karşı korumaktadır,
• Almanyadaki göçmenler daha sıkı kontrol altında tutulmalıdırlar,
• entegrasyon politikaları daha sıkı uygulanmalıdır.

Almanya kendini temize çıkarmaya çalışıyor
Yukarıda sayılan propagandayla alman devleti kendini yine masum, insan haklarından yana, şiddete karşı ve medeni göstermeye çalışarak, dünyada ve ülke içinde insan haklarına karşı işlediği suçlardan, devlet destekli ırkçı cinayetlerden (örneğin NSU cinayetleri), göçmenlere ve mültecilere karşı uygulanan ırkçı muameler ve baskılardan, binlerce insanın avrupa kapılarında boğularak ölmesinde sahip olduğu suç ortaklığından arındırmaya çalışıyor, yani bir nevi imaj tazeliyor.

Antiziganizm
Üçüncü ve yine dünya geneline yayılmış bir ırkçı düşünce biçimi ise Sinti ve Romanlara karşı, onların hırsız ve kriminel çingeneler oldukları biçiminde kafalarda yer edinmiş bir düşünce biçimi olarak bilinir. Sol çevrelerde dahi çingene kavramı, eleştirilmesine rağmen, halen yer yer kullanıldığına raslanılıyor.
Alman Faşizmi döneminde 5000.000 Sinti ve Romanın toplama kamplarında katledilmiş olduğu pek de bilinmeyen bir gerçekliktir. Öldürülen Sinti ve Romanların anısına bir anıtın dikilmesi, ancak 2012 yılında gerçekleşti. Berlinde bulunan bu anıtın durumu ise bir S Bahn hattının planlanması dolayısıyla tehlikede.

Nesillerden beri Almanya‘da yaşayan Sinti ve Romanlar, Sorben ve Danimarkalıllar gibi azınlık statüsüne sahip olsalar da, Romanya ve Bulgaristan‘dan gelen Sinti ve Romanlar, bir çok haktan yoksun ve yoksul bir halde yaşamaktadırlar.

İkinci dünya savaşından hemen sonra zorunlu göç
Savaş döneminde ordan oraya savrulan milyonlarca insan savaştan sonra tekrar ordan oraya göç etmek durumunda kaldı. Savaş döneminde Almanya‘da 20 farklı ulusdan yaklaşık 12 Milyon insanın (displaced Persons), ki bunların 8 milyonu köle gibi çalıştırıldı (Zwangsarbeiter), büyük bir bölümü kısa bir sürede Almanya’dan tekrar kendi ülkelerine dönmek durumunda kaldılar. Buna karşılık yine 12 Milyon Alman (Flüchtlinge und Vertriebene) da tekrar iki ayrı Almanya‘ya döndüler.

Misafir işçiler ve günümüze dek Almanya’da ırkçılık 
Ancak 1955‘den itibaren savaşla direk bağlantısı olmayan bir iş göçü süreci başladı. Artık Almanya‘da Güney Avrupa‘dan (İtalya, Yunanistan, Yugoslavya, İspanya ve Portekiz) ve 1961‘den itibaren de Türkiye ve Almanya arasında yapılan iş göçü anlaşması dolayısıyla misafir işçi (Gastarbeiter) olarak kabul edilen yeni göçmen topluluklar yaşamaya başladı. Geçici ikamet edip, yerlerine yenilerinin geleceği (Rotationsprinzip) planlanan göçmenlerin, 1970‘lerde aile fertlerini yanlarına getirmeleriyle uzun vadeli yeni bir süreç başladı. Bu sürecin başka bir göç boyutunu ise öğrenci statüsüyle gelenler ve askeri faşist cuntalardan dolayı kaçıp gelen mülteciler oluşturuyordu.

Kendi biyografimizden de biliyoruz ki, bu toplulukların parçası olarak çok zor koşullar altında yaşadık. İlk gelenler 1960‘li yıllarda yurtlar veya kamplarda yaşıyorlardı. Tek işlevleri en kötü işleri en ucuza yapmaktı. Almanca öğrenmek veya başka bir eğitim görmek söz konusu değildi. 1970‘li yıllarda ise çok fertli aileler ekseriyet küçük ve enkaz durumda olan binalarda oturdular. Çocuklar ve gençlerin eğitim ve geleceğine ilişkin sağlıklı bir plan geliştirmek yerine, göç alan ve veren ülkeler, geri dönmeye yönelik politikalar güdüyorlardı. Daha sonraları açıkça ortaya çıkan kalıcılık gerçeğini hiç bir taraf kabullenemiyordu. Alman devletinin bugüne kadar halen geçerli olan göçmen ve mülteciler politikası şu anlayışlara dayanmaktadır:
• Göçmenler veya mülteciler her zaman bir yük ve sorun teşkil ederler (Ausländerproblem),
• Göçmen ve mülteciler nerde yaşıyorlarsa (Ghetto) orda her türlü kriminel vakalar vardır (Ausländerkriminalität),
• Alman sosyal devletinden parazit gibi geçinmeye çalışırlar (Sozialschmarotzer),
• Ancak işe yaradıkları sürece kabul ve tahammül edelebilinirler (nützliche Ausländer),
• Alman kültürüne (Leitkultur) tabii kılınmalıdırlar, çünkü geri kalmış kültürlere sahiptirler (İntegrationspolitik),
• Demokrasi, kadın hakları ve medeniyetten uzak anlayışlara sahiptirler,
• Her zaman konrol edilmelidirler (Ausländergesetze, -behörde, -zentralregister)
• İşe yaramayanlar yurt dışı edilmelidir (Abschiebung),
• Temel insan haklarına sahip olmaları öncelikli değildir, önce demokrasiyi öğrenmelidirler (kein Wahlrecht),
• Avrupa ve Almanya sınırları toplu ölümler pahasına geçilmez hale getirilmelidir (Festung Europa),
• göçün kontrolü için Türkiye gibi islami-faşist ülkelerle işbirliği meşrudur ve
• Göçmelere karşı işlenen cinayetler bireysel vakalardır

Bu anlayışlardan ibaret tablo ve bunun biline pratiği ancak ırkçılıkla açıklanabilinir. Göçmen ve mültecilerin, yaşamın her alanında ikinci-üçüncü sınıf muamelesi gördükleri, horlanmaları, en kötü ve zor işlerde çalıştırılmaları, daha çok sömürülmeleri, daha çok işsiz kalmaları, daha çok yoksul yaşamaları, saldıraya uğramaları, .. hepsi kendilerinden kaynaklarıyormuş şeklinde açıklanması ırkçılığın kamufle edilmiş, sinsi ve gizli bir biçimidir.

II. Dünya savaşından sonra dünya genelinde Birleşmiş Milletlerin insan hakları beyannamesini kabul etmesine, kafatafçı-biolojik ırkçılığın bilim dışı bir zihniyet olduğu genel kabul görmesine, hemen hemen her ülkede ırkçılığın bir insanlık suçu olarak kabul edilmesine rağmen, hemen hemen her ülkede, toplumun bir kesimi çoğunluğa nazaran daha çok eziliyorsa, daha çok somürülüyorsa, daha çok dışlanıyorsa, daha çok ötekileştiriliyorsa, bir çok temel haklardan daha çok maruz bırakılıyorsa, bunda, kapitalist sistemin işleyiş biçiminin yanısıra, ırkçı zihniyet ve uygulamaların dolaysız ve belirleyici bir etkisinin olduğu inkar edilemez.

Almanya‘da ırkçılık kavramı uzun süre yalnız Nazilerin faşizm dönemindeki uygulamalarıyla sınırlı görüldü veya ırkçılık bilinçlerde ancak siyahilerin, özellikle kölelik zamanında, yaşadıklarıyla algılandı. Dolayışla, faşistler, Naziler, aşırı sağcılar hariç kimse ırkçı bir düşünceyi benimsediğini açıkça ifade edemez ve de etmez.

Günümüzde ırkçılık daha çok sosyo-kültürel düşünce ve motiflerle kendini şu veya bu şekilde ifade ediyor. Sarazzin‘in Sosyal Demokrat Partiden (SPD) ihraç edilmesi için, söylemlerinin ırkçı olduğunu ispatlamak bile seneler süren bir incelemeyi gerektidi.

Toplumsal ilişkilerde, veya herhangi bir durumda veya ortamda ırkçılığın mevcut olup olmadığı konusunda, ırkçılığa maruz kalanların perspektifi belirleyici olmalıdır.

Irkçılığa karşı mücadele onun sırf tespitiyle sınırlı kalmayıp, ona dayanan her türlü eşitsizlik, haksızlık ve baskıya karşı, ırkçılığı kınayan herkesle, ortak bir gelecek için birlikte mücadele etmeyi içermelidir.

Irkçılığa karşı mücadeleyi doğru kavrama
Irkçılık olgusu diğer toplumsal sorunlar ve olgularla sürekli bir etkileşim içindeder, dolasıyla da onlardan arındırılmış bir şekilde ele alınamaz. Irkçılık özellikle sınıfsal sorunla çok yakından alakalıdır, çünkü ırkçılık sırf belli bir grubu ötekileştirme, horlama ve baskı altında tutmak ile sınırlı kalmayıp, ezilen sınıflar içinde belli bir grubu daha da mağdur bırakarak, daha da çok sömürerek, ezilen sınıflar arasında hiyerarşi, rekabet ve çatışma ortamını yaratmayı amaçlar.

‚Bütün ezilenler kardeştir‘ söylemini genel anlamda doğru bulsak da, ezilenler arasında statü farklılıklarını göz ardı eden bir bakışla sorunları doğru analiz edemeyiz. Bu farklılıkların bilincinde olarak, bunların da mücadele sürecinde yok edilmesini ön gören bir perspektifle, asıl olarak ırkçılığın toplumsal ve kurumsal boyutlarına karşı kalıcı mücadele edilmelidir.

Irkçılığı, yasalarıyla, uygulamalarıyla, politikalarıyla ve medyalarıyla her gün yeniden üreten ve kalıcılaştırmaya çalışan düzene karşı verilen mücadelelerden biri olan antiırkçı ve antifaşist mücadele, yaşamın her alanına yayılarak güçlendirilmelidir.

Irkçılığa karşı mücadele adına, kimlik politikasını öne çıkarmak, yalnızca şu veya bu grubun önemini öne çıkarmak, ırkçılığı sırf kendisine karşı olan bir düşmanlık olarak değerlendirmek, ırkçılığa karşı mücadeleyi saptırmak anlamına gelir. Örneğin TC Cumhurbaşkanı Erdoğan da Almanya‘daki ırkçılığı kınıyor. Ama onun tek amacı sırf Türk-Müslüman kimliğini korumak ve onun önemini öne çıkarmak, o kimliği benimseyen taraftarlarının sırtını sıvazlamaktan başka bir anlam ifade etmiyor. „Mağdur“ pozisyonundan yola çıkarak ifade edilen bu iddialar, o kimlikle işlenmiş olan bütün ırkçı-faşist politika ve icraatların da hasır altı edilmesine yarıyor.

Onun için diyoruzki, ırkçılığa karşı mücadele ve alternatif göç politikaları, gerici-milleyetçi kesimlerin kötüye kullandıkları bir araç olmaktan çıkarılmalıdır.

Bir kere, hiç kimse ten renginden, dininden, mezhebinden, ulusundan, cinsel eğiliminden, dilinden, geldiği yerden vs. dolayı horlanmamalı ve eşit haklara sahip olabilmelidir. Kültürler sabit değildir, her şey gibi, kültürler de koşullara göre sürekli bir değişim içindedir, kültürler birbirinden etkilenir ve yenilerini geliştirirler.

Almanya‘nın da başka bir çok avrupa ülkesi gibi bir göç ülkesi olduğu ancak 1998‘de resmen kabul edildi. Ama Almanya‘nın çok kültürlü bir ülke olduğu gerçeği inkar edilmeye veya göz ardı edilmeye çalışılıyor. Hristiyan demokratlara göre daha liberal sanılan Alman Şansölyesi Merkel 2010‘da „Multikulti ist gescheitert“ diyerek, farklı kültürlere sahip milyonlarca insanı yok saymış oldu.

İşte, ırkçılığa karşı mücadele verirken, beyazlar olarak tanımlanan çoğunluk toplumdan tek tek birey ve grupların ırkçı veya önyargılı algı ve tutumlarını asıl sorun olarak değerlendirmek yerine, bir kesimin sürekli eşitsiz ve bir çok hakdan mahrum kalmasına neden olan devlet yapılarını ve politikalarını hedef haline getirmek gerekiyor.

Yoksa, son yıllarda moda haline geldiği gibi, ırkçılığa karşı mücadelede yer alanların bir kısmını, beyaz diyerek, geri planda tutmak ve onlara kuşkuyla bakmak, ırkçılığa karşı mücadeleyi bireylere indirmek ve çarpıtmak anlamına gelir.
Irkçılığa karşı mücadeleyi ağırlıklı olarak bu şekilde ele almak son zamanlarda ana medyada da diversity (çeşitlilik) kavramı çerçevesinde rağbet görmektedir. Böylesi bir yaklaşım, düzenin temel yapılarını, yasalarını, kurumlarını ve politikalarını sorgulamak yerine, çözüm olarak herkesin kendisini ırkçı düşünceler noktasında sorgulamasını, bunun için eğitim ve araştırmaların geliştirilmesini, beyazların sahip oldukları imtiyazlardan vaz geçmelerini, kurumlarda daha çok çeşitlilik (kamu dairlerinde veya polis kurumunda daha çok göçmenin bulunmasını) olmasını savunmaktadır. Bu yaklaşımı benimseyenlerin büyük bir bölümü daha çok akademik kesimden göçmenler ve ardılları olduğu için, insanın aklına ister istemez, acaba bunların ana derdi, kendi konumlarını daha da pekiştirmek mi, diye gelmiyor değil.
Ama bu kesimlerin10 Milyon insanın alman vatandaşı olmadığı için seçme ve seçilme hakkından mahrum bırakılmalarını skandal bir sorun olarak dillendirmemeleri düşündürücüdür.

Zaman içinde göçmenler toplumda yerleştikçe, yeni nesiller yetiştikçe, belli kademelere gelmeleri de doğal bir sürecin sonucu olarak beliriyor. Göçmen topluluklar, çok farklı kimlik, kültür ve geçmişe sahip olmalarının yanı sıra farklı sınıfsal konumlara da sahip oldular/oluyorlar. İşçisinden iş verenine kadar, sporcusu ve politikacısından Tagesschau gibi ana haber sunucusuna kadar her alanda ve mevkiide bulunuyorlar. Mevkii yükseldikçe oranları da daha az oluyor, ama bu da zamanla değişecek.

Bir ara soru:
Bir insanın dili, dini, ulusu vb.‘den dolayı nasıl algılandığı mı öncelikli bir sorun yoksa kurumlar ve yasalar nezdinde yaşamın, yani her alanda, eşit haklara sahip olması mı öncelikli bir sorun?

Bir düzende toplumsal ilişkileri belirleyen güç, devlet olduğuna göre, ırkçılık konusunda da devletin güç ve yapılarına hakim olan anlayış, yasalar ve politikaları sorumlu tutulmalıdır.

Yani asıl olarak devletin ırkçılığı nasıl pekiştirdiği irdelenmeli ve ona karşı mücadele verilmelidir.

Örneğin eğer bu ülkede göçmenler sokakta, Shisha-barlarda, polis karakollarında, hapishanelerde katlediliyorsa, bunun sorumlusu devlettir. Bu en azından NSU cinayetleri dolayısıyla daha çok bilinir oldu ve onun için yine devlet binlerce dosyayı gizli tutuyor.

Eğer bu ülkede göçmenler et fabrikalarında en kötü koşullarda çalıştırılarak sömürülüyorsa,
eğer yüzlerce mülteci corona bahanesiyle haftalarca kamplarda esir tutuluyorsa,
eğer mülteciler kamp bölgesinden izinsiz çıkamıyorsa,
eğer göçmeler ev ve iş bulmada daha çok engellerle karşı karşıya kalıyorlarsa,
eğer göçmeler ırkçı faşist saldırılar karşısında korunmak yerine hep kriminal olarak yansıtılıyorsa,

bunların sorumlusu birinci derecede devlettir.

Bu düzen değişmedikçe, kapitalist üretim ilişkileri değişmedikçe, ırkçılık da yok olamayacağına göre, verilecek mücadele bir taraftan düzenin toptan değişimini öngören bir perspektife sahip olması gerekirken, öbür taraftan da hakların ve mevzilerin adım adım elde edilmesi için kesintisiz bir mücadele verilmelidir.

Geçmişten bu yana göçmen özörgütlenmeleri olarak alman soluyla enternasyonal bir anlayışla aynı göz hizasında bir çok mücadeler verdik, kampanyalar sürdürdük, eylemler gerçekleştirdik.

Bundan böyle de bu mücadele daha da geniş çevreleri kapsayacak bir şekilde devam etmelidir. Bu mücadelenin önemli bir ayağını oluşturması gereken Türkiye kökenli sol, Almanya gerçekliğini baz alarak hareket etmesi gerektiğini tekrar tekrar bilince çıkarmalıdır.

19 Şubat 2020 Hanau katliamından sonra genç bir göçmen kitlesi antifaşist, antiırkçı, radikal, bağımsız ve kimi bölgelerde enternasyonalist ve sınıfsal bir bilinçle örgütlenme sürecine girdi. Umut verici bu harekete bizim de bir katkımız olacaktır.

Hem genç nesile hem de kendimize hatırlatacğımız antifaşist ve antiırkçı bir mücadele tarihimiz var. Bunları hatırlamak geleceğe yönelik verilecek mücadeleler için ders çıkarmamıza yarayabilir:

Ancak 1980‘lerde Almanya gerçekliğinin daha çok irdelenmesi gerektiğini kavramaya başladık, göçmelerin sorunlarını analiz etmeye ve çözüm önerilerini geliştirmeya başladık.

• Bizden önce 1970‘lerin başlarında o zamanki misafir işçilerin Ford‘da izinsiz grevler gerçekleştirdiğini öğrendik,
• Almanya‘nın faşist geçmişini ve II. Dünya savaşı sonrası izlerini irdeledik,
• Çocuk parasının kesilmesine karşı kitlesel eylemler gerçekleştirdik,
• 1970‘lerden itibaran seçme ve seçilme hakkı için kampanyalar sürdürdük,
• Cemal Kemal Altun’u ölüme iten mülteci politikalarını kınamak için 10 binler sokağa döküldük,
• yabancılar yasasının sürekli kısıtlanmasına karşı alman yoldaşlarla birlikte yürüyüşler düzenledik,
• ırkçılığa karşı dostluğu vurgulayan futbol turnuvaları düzenledik,
• Ev işgallerine katılanlarımız oldu, kira artışlarına karşı verilen mücadelelerde yer aldık,
• Çifte vatandaşlık hakkı için kampanyalar sürdürdük,
• Harz IV ve Agenda 2010’ye karşı eylemlere katıldık, kapsamlı bir türkçe broşür yayınladık,
• Irkçı-faşist kundaklamalara karşı mahalle örgütlenmesini geliştirmeye çalıştık,
• Mülteci sorunlarının çözümü için dayanışma çalışmaları sürdürdük,
• Yurt dışı edilmelere karşı protesto eylemlerine katıldık,
• Hoyerswerda, Solingen, Mölln, Rostock‘da ırkçı-faşist cinayetlere karşı proteso eylemleri gerçekleştirdik,
• Nazilerin püskürtülmesi için Antifalarla eylemlerde hep yer aldık,
• ‚kendi savunmamızı kendimiz üstenmeliyiz‘ anlayışıyla hareketle silah izni (Waffenschein) talebini kamuya duyuran eylemler yaptık,
• „İntegration? Nein Danke!“ kampanyasıyla ırkçılığın gizli yüzünü açığa çıkarmaya çalıştık,
• göçün yıl dönümlerinde nostalji yapmak yerine göçmenlerin direnişlerini bilince çıkarmaya çalıştık,
• Kundaklama ve cinayetlerden sonra kurulan antiirkçı eylem birliklerinde aktif yer aldık,
• Alman antifaşistleriyle birlikte Irkçılığa karşı Festivaller düzenledik,
• Yabancılar yasası, eğitim, medya iş hayatı konularında bilgilendirme toplantıları düzenledik,
• Irkçı-faşist saldırılara kurban olanların anısını canlı tutmak için özel çaba sarfettik,
• Mağdurların seslerini güçlendirmeyi kendimize görev bildik

Hepsi sayılamayacak bu eylemlerin hangisi ne kadar başarılı oldu veya ne kadar gerekliydi, veya hangisi yarım kaldı vs. ayrıca incelenmeye değer, fakat bunları hatırladıkça bize yol gösterici olduğu aşikar.

DuvarYazisi.org, bu mücadelelerin geliştirilmesi, duyurulması, yenilerinin hayata geçirilmesi konusunda üstüne düşeni yapacağını düşünüyorum.

Herkesin, bu konularda anlatacağı hikayeleri ve önereceği fikirleri vardır. Gelin bunları birbirimizle paylaşalım, mücadelemizi zenginleştirelim.

Garip Bali/Berlin/Haziran 2021