Tarihi kırılmalara gebe bu dönemde ya ırkçılık ve kapitalist sömürü seçeneği ezici bir biçimde galip gelecek ya da emek eksenli bir dayanışma seçeneği öne çıkacaktır. Irkçılıkla el ele bir kapitalizmin tamamen kontrolü ele geçirmesiyle, sadece göçmenlerin emeğine ve yaşam hakkına saldırmakla kalmayacağı, küresel düzeyde bütün ezilen kesimlerin kazanımlarını yok edeceğini öngörebiliriz
Bu yazı, dünya ve ülke tarihinde göçü ve göçmen emeğini tarihsel akış içinde özetleyerek, bugün Türkiye’de mülteciliğin serencamını ortaya koymayı ve bu olguya sosyalist bir yaklaşım ve müdahalenin nasıl olabileceği üzerine tartışmayı hedefleyen bir yazıdır. Hukuki birer statüyü ifade eden ‘göçmen’ ve ‘mülteci’ kavramları arasındaki fark, sosyolojik ve ekonomik bağlamda birbirini kesen kavramlar olması itibariyle yazı boyunca önemsenmeyecektir.
Önce göç vardı…
Antropolojik bulgular bize ilk insan topluluklarından başlayarak türümüzün tarih boyunca hareket, dönüşüm ve birbiriyle etkileşim halinde olduğunu söylüyor. Homo Sapiens’in -yani bizim büyük büyük dede ve ninelerimizin- 80 bin yıl kadar önce Afrika’dan yola çıkıp oradan dünyanın diğer bölgelerine yayıldığı bugün genel kabul görmektedir.
Mitolojiyi ve dini anlatıları, insan topluluklarının tabiatın işleyişi karşısında yaşadığı şaşkınlığın ve merakın, değişen üretim ilişkilerinin yıkıp yeniden inşa ettiği toplumsal yapıların, kabaca maddi gerçekliğin manevi alandaki izdüşümleri olarak anlarsak; Adem ve Havva’nın sürgünü de, Gılgamış’ın yaşama tutkusu da, İbrahim peygamberin kabilesiyle yerleşmek için toprak arayışı da, Nuh peygamberin ‘hayatı yeniden kurma’ iradesi de, insan türünün verdiği yaşam mücadelesinin bir unsuru olarak ‘göç’ü merkezine alan hikayeler olarak okunabilir. Hatta ölüm ve yok oluş karşısında düşülen dehşeti teskin etmek için, öte dünyaya göçle devam edecek bir yaşam tasarımını da bu temelde anlamlandırmak mümkündür.
Bu tarihsel veya mitik anlatıların gösterdiği üzere insan toplulukları bilinen tarih boyunca ya doğrudan ekonomik ihtiyaçlarla (toprak ve kaynak arayışı, beslenme ve barınma ihtiyacı vs.) veya sosyal ve ekonomik yaşamı derinden etkileyen zorlayıcı nedenler (doğal afet, kıtlık, iklim değişikliği, savaş, işgal) neticesinde bir yerden başka bir yere irili ufaklı bir hareket halindedir.
Kölelikten mülteciliğe…
Dünya tarihinde ‘iktidar’ın kurumsallaşması ve özellikle de askeri araç ve tekniklerin gelişimiyle, başka toprakları zor gücüyle işgal etmeye ve savaş esirlerini köleleştirmeye rastlanır. ‘Köleler’, ait oldukları topraklardan ve tabi oldukları üretim-tüketim rejiminden koparılarak, dünyanın başka bölgelerinde satılmaya, ev hizmetlerinde kullanılmaya ya da ihtiyaç duyulan üretim sahalarında –özellikle tarım ve madencilik- çalışmaya zorlanmıştır. Orta Çağ’a gelindiğinde coğrafi keşiflerle birlikte sömürgecilik faaliyetleri sistematikleşmiş, çoğunluğu Afrika’dan olmak üzere milyonlarca ‘köle’ yerkürenin batısına ve kuzeyine taşınmıştır. Bu insanlar, kapitalizmin tarih sahnesine çıkışı sürecinde, ilksel birikimin oluşturulması için sömürülmüşlerdir. Denilebilir ki, pazar ve ham madde arayışı sermayeyi küresel bir hakimiyet arzusuyla harekete geçirmiş, aynı nispette emek gücü de küresel dolaşıma sokulmuş, göçmenleştirilmiştir.
1. Dünya Savaşı’nın kapıya dayandığı dönemde, göçmen işçiler dünyanın birçok noktasında yoğun biçimde bulunuyor ve işçi sınıfı örgütlenmelerinde önemli rol oynuyordu. Bu varlık, dönemin sosyalist parti ve örgütlerinde enternasyonalist eğilimleri güçlendiriyordu. Hatta 2. Enternasyonal içindeki sosyalist partilerin savaş karşıtı cephe oluşturma kararlarında, işçilere ulusal ordulardan kaçmayı salık vermesinde de bu etkiyi görebiliriz. Daha sonra bu kararlar hayata geçirilemese de, Rusya’da yaşanan devrim sonrasında, emperyalist paylaşım savaşına katılmayı reddeden birçok işçi, Sovyetler Birliği’ne iltica etmiştir.*
Burada dönüp, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi tarih anlatısına bakarsak, sık sık karşımıza çıktığı üzere, Anadolu’nun demografik yapısında yaşanan köklü değişimler yine bir ‘göç’ motifiyle (Orta Asya’dan Anadolu’ya) başlatılır. Cumhuriyetin, ulus devlet yaratma adına uyguladığı demografi mühendisliğinde de göçe zorlamanın merkezi rolde olduğunu görürüz. Bu dönemi kuruluşun hemen arifesinde İttihatçı paşaların Ermeni kıyımı ve sürgünüyle başlatmak yanlış olmaz. Ardından 20’ler boyunca mübadele anlaşmaları ve Kürt isyanlarının bastırılması sonucu Güney’e yaşanan Kürt göçleri; Varlık Vergisi kanunu, keza 6-7 Eylül pogromuyla Hristiyan nüfusun sosyal ve ekonomik varlığının yok edilmesi ulus-devletin kurucu kodlarını gözler önüne serer. Bu gelişmeler, ulusu saflaştırmak için yapılan ‘ayıklama’ faaliyetleri olduğu kadar, aynı zamanda ulusal bir sermaye birikimi oluşturma hedefini de içerir. Dikkat çekmek gerekirse; Anadolu ve Mezopotamya bölgesi baz alındığında TC’nin kuruluşuna dek geçen sürede kitlesel düzeyde en az göç hareketliliği yaşayan halk diyebileceğimiz Kürtler, cumhuriyetin ilanı sonrasında yoğun biçimde hem iç göçe hem de dış göçe zorlanmıştır. Yeni devletin kurucu iradesinin benimsediği temel politika, asimilasyona varacak biçimde Kürdistan bölgesine ekonomik, askeri ve siyasi baskı uygulamak şeklinde cereyan etmiştir. Bu politika sonucunda bölge, şiddeti değişen oranlarda ama süreklilik arz eden biçimde, devletin ‘asayiş’ pratiklerine sahne olmuş; siyasi, askeri ve ekonomik açıdan abluka altında kalmıştır. Bu baskılar sonucunda yoğun bir Kürt nüfusu, çeşitli dönemlerde ülkenin batısındaki kentlerin çeperlerine doğru -sanayi kuruluşlarının ve tarım alanlarının yoğun olduğu bölgelere –akmaya zorlanmış, oralarda gelişimine devam eden kapitalist ekonomik dönüşümde işçileşmiştir.
Burada kritik bir tarihsel eşik olarak 2. Dünya Savaşı’nı anabiliriz. Bir küresel yeniden paylaşım savaşı olarak 2. Dünya Savaşı sonucunda 50 milyonun üzerinde insan yerinden edilmiştir. Savaş sonrası oluşan yeni dengede kapitalizm kendini restore etmiş, 3. Dünya’dan yükselen sömürgecilik karşıtı direnişlerle klasik sömürgeci anlayışını bırakmak zorunda kalmış ve yeni stratejilere yönelmiştir. Savaş sonrası dönemde, başta savaşın mağlup tarafında kalan Avrupa ülkeleri olmak üzere, hızlı kalkınma ve sanayileşme hamleleri yaşanmıştır. Sosyalist blokun ve işçi hareketlerinin yarattığı basınçla Batı kampında yer alan ülkeler, ‘refah devleti’ modeline geçmiş, emeğiyle yaşayan kesimlere daha fazla sosyal ve ekonomik hak tanınmıştır. Bu ülkeler, hem çalışma çağındaki nüfusun yetersizliği, hem ucuz işçi ihtiyacı sonucu kapılarını göçmen işçilere açmak zorunda kalmıştır. Bu süreç 70’li yılların ortasında yaşanan küresel ekonomik krize dek sürmüştür.
Aynı dönemde Türkiye devleti, Batı kampındaki yerini almış ve geriden de gelse kapitalist modernleşme paradigmasını açıkça benimsemiştir. DP iktidarıyla birlikte, kırdan kente göç akışı hız kazanmış, yeni toplumsal düzenin hakim fotoğrafı kentlerin periferisinde inşa ettikleri gecekondularda yaşayan binlerce işçi ve aileleri olmuştur. Kırlardan büyük kentlerin çeperlerine yönelen bu hareketlilikle (yukarıda zikredilen nedenlerle başta Kürtler olmak üzere), Türkiye’de işçi sınıfı büyümüş. Ardından kendi mücadele odaklarını ve araçlarını da geliştirmeye başlamıştır. Burada altını çizmek gerekirse, göçmenliği değişen üretim ilişkilerinin baskısıyla yurdundan ve geçim araçlarından koparılma olarak tarif edersek ülke içinde ya da ülke dışına doğru bir göç hareketinin niteliği çok değişmeyecektir. Bu anlamda göçmenlik olgusu, Türkiye’deki emek gücü piyasasının temel karakteridir.
Bugün gelinen noktada, bilhassa dünyanın ekonomik açıdan dezavantajlı bölgelerinde yaşanan savaşların ve yoksulluğun etkisiyle, 48 milyonu kendi ülkeleri içinde, 35 milyon civarı da ülkelerini terk eden toplam 83 milyon insan yerinden edilmiş durumdadır. Bu nüfusun ancak az bir bölümü Batı ülkelerine ulaşabilirken, büyük bir kısmı ucuz emeğe en çok ihtiyacı olan ‘gelişmekte olan ülkeler’de yaşam mücadelesini sürdürmektedir. Küresel egemen sistem sömürge-sonrası dünyada, kendisine kaynak veya stratejik avantaj sağlayabileceği herhangi bir bölgeyi istikrarsızlaştırmaya, insanları göçe zorlamaya devam ederken, kendi sınırlarını yüksek teknolojiyle korumayı ve göçmen trafiğini yönlendirmeyi de ihmal etmemektedir.**
Sömürgeci heveslere ve müdahalelere yeni biçimlerle devam eden küresel kapitalist düzenin, bölgeleri/ülkeleri istikrarsızlaştıma enstrümanı olarak ‘mültecileştirme’ politikası şöyle özetlenebilir: Ekonomik/siyasi/jeopolitik saiklerle bir bölge hedef alındığında, önce güçlü bir medya çalışmasıyla sözü geçen bölgenin, ‘Batı’nın müdahalesine ne kadar ihtiyaç duyduğu algısı yerleştirilir. Ardından en uygun araçlarla (askeri saldırı, ambargo, vekalet savaşı) bölgenin güvensizleştirilmesi sağlanır. Bu yöntem başarıya ulaşırsa bölgede uyumlu(!) bir rejim kurgulanır. Bu durumda zaten bölgenin tüm kaynakları yağma ve talana açık hale gelir. Müdahale sonuca ulaşmazsa da o bölgenin/ülkenin altyapısı sakat bırakılır, ülkenin tabiri caizse dişleri sökülür. Ülkedeki tüm kamu hizmetleri ve askeri kapasite sekteye uğratılır. Her iki olasılıkta da, orada yaşayan insanların hayatta kalmasının ya da hayatını idame ettirmesinin imkanları sınırlandırılmış olur. Ve bu insanların büyük kısmı, tüm geçmişini, birikimini, sosyal hayatını arkasında bırakarak yurdunu terk eder. Yeni bir ülkede her şeye sıfırdan başlar ve sömürüye en açık statüye aday olur. En ucuz işgücü olarak, çoğunlukla karın tokluğuna sığındığı ülkenin büyüme istatistiklerine katkı sunar.
Şunu belirtmekte fayda var; İnsanların gönüllü olarak mülteci olmak istemesi makul bir düşünce değil. Zorlayıcı bir neden olmaksızın insanların yurdundan ayrılması nadir görülür. Zira bu yolun sonunda, -iyi ihtimalle- yıllarca emek sömürüsüne maruz kalmayı, yanı sıra ayrımcılığa uğramayı, sosyal ve psikolojik zorlukları göğüslemeyi, – kötü ihtimalle ise- maalesef ya denizde boğulmayı ya da Afganlar örneğinde olduğu gibi karlar altında donmayı, vahşi hayvanlara av olmayı göze alıyorlar.
Türkiye’de mülteciliğin panoraması
Türkiye’de şu anda yaklaşık 4 milyon Suriyeli, 500 bin civarı da Afgan mültecinin yaşadığı düşünülüyor. Suriyeli nüfusunun 600 binlik kısmı, Türkiye’de dünyaya gelen çocuklardan müteşekkil. Yine bu 4 milyon civarındaki nüfusun neredeyse yarısı 18 yaşın altında. Yani şu anda Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin ciddi bir bölümü, aslında Suriye’de ya hiç yaşamadı ya da hatırlayacak yaşta değildi.
Suriyeliler, İstanbul’da çalışabilecekleri iş sahalarına yakın ve görece ucuz kira fiyatlarının görüldüğü Esenyurt, Sultanbeyli, Bağcılar, Esenler, Küçükçekmece, Arnavutköy, Kağıthane gibi ilçelerde yoğunlaşıyorlar. Türkiye’deki sosyoekonomik tabakaların bir alegorisi olarak binaların en altında giriş veya bodrum katlarında yaşıyorlar. Bu evlerin azımsanmayacak kısmında birden fazla aile, mecburiyetten bir arada iskan ediyor.
Okul çağında (5-17) olan 1.2 milyon Suriyeli çocuk var ama okula kayıt oranı % 60’larda seyrediyor. Düzenlemeler gereği Suriyeli çocuklar devlet okullarında Türkiyeli çocuklarla birlikte eğitim alıyor. Bu noktada, toplumdaki şiddetli mülteci karşıtlığının çocuklara da yansıdığını ve mülteci çocukların akran zorbalığına ve şiddete sık sık maruz kaldığını belirtmek gerek. Daha yakıcı olansa birçok öğretmenin de ayrımcı pratik ve tutumları göstermekten imtina etmemesi. Bu baskı ve ayrımcılık sonucu eğitim almayı bırakan çok sayıda çocuk var. Diğer yandan, 400 bine yakın eğitim çağındaki çocuğun çalıştığı düşünülüyor. Ailelerin düşük gelirli olması, hayat pahalılığı ve çocukların ancak kimlik kaydını yaptırdığı şehirde okula kayıt olabilmesi gibi nedenler, çocukları eğitim hayatı yerine giderek artan oranda işgücü piyasasına sevk ediyor.
Türkiye’deki göç rejiminin ve politik aktörlerin yarattığı güvensizlik, zor hayat şartları, Suriyeli mültecilerin birçoğunun -nispeten daha iyi koşullara ulaşabileceğini düşündüğü- Avrupa ülkelerine göç etme hayali kurmasına yol açıyor. Hayatlarında istikrar ve kalıcılık duygusunun yokluğundan yakınan bir Suriyelinin ağzından şunu duymuştum: “5 yıldır buradayım, eve bir saat alıp duvara asmadık hala. Çünkü yarın ne olur bilemiyoruz”
Türkiye’de en sert koşullarda yaşam mücadelesi verenler ise belki de Afgan mülteciler. Tamamına yakını belgesiz (hiçbir kamu hizmetine ulaşamayan) ve bu nedenle en ağır şartlarda çok ucuza, istismara açık biçimde emeklerini satmak zorunda kalıyorlar. Çoğunluğunu genç erkeklerin oluşturduğu Afgan mülteciler (neden genç erkekler geliyor diye merak edenler aşağıdaki linkten detayları öğrenebilir***), fiziksel koşullar zorlanarak ortak kullanılan evlerde kalabalık gruplar halinde yaşıyor. Göç Araştırmaları Derneği’nin Afgan mültecilerin yaşamını mercek altına aldığı raporun başlığında çarpıcı biçimde ifade edildiği gibi “İstanbul’un Hayaletleri” olan Afgan mülteciler, sosyal hayattan tamamen yalıtılmış bir şekilde yaşamaya çalışıyor. Geçtiğimiz yılın Mart ayında Edirne’den Yunanistan’a geçmeye çalışan Afganistanlı Said Muhammed’in BBC Türkçe’ye konuşurken sarf ettiği sözler şöyleydi: “28 yaşındayım. Hiçbir gün hayatı bilmedim. Biz bir hayat istiyoruz. Bu dünyada yaşamak istiyoruz. Nerede yaşayayım bilmiyorum.”****
İktidar ve muhalefetin(!) bakışından mülteciler
Öncelikle iktidarın yaklaşımına bakarsak; Suriye’de yaşanan savaşın, iktidarın Neo-Osmanlıcı ve sömürgeci hayalleri için fırsata dönüştürüldüğü aşikar. Savaşın yarattığı tahribatın bu düzeyde olması, Türkiye devletinin benimsediği politikadan bağımsız değil. Uzun süre boyunca sınırlarda, hem savaşçı hem silah sevkiyatı rahatça yapıldı. Sınırlardaki bu geçişkenlik, giderek şiddet dozu artan savaştan kaçan milyonlarca mülteciye kucak açan bir ülke imajıyla perdelendi. Artan mülteci sayısı bir yandan, Türkiye devletinin Suriye’deki savaşta elini güçlendiren bir enstrümana dönüştürüldü. Mültecilerin geri dönüşü için ‘güvenli alan’ yaratma söylemleriyle, savaşa bir cephe daha açılmasının ve başka bir ülkenin topraklarına kalıcı olarak yerleşmenin siyasi zemini kuruldu. Öte taraftan yüksek mülteci sayısı Avrupa’ya karşı güçlü bir koza dönüştürüldü. Özellikle 2014-15’te Avrupa’ya 1 milyon mültecinin akın etmesiyle, AB ülkeleri sınır güvenliği için Türkiye’ye mahkûm olduğunu anladı. Türkiye ile AB arasında 2016’da çeşitli mali yardımlar ve siyasi vaatler içeren “Geri Kabul Anlaşması” yapıldı. Türkiye’nin elindeki ‘mülteci kartı’nı o dönemki iç siyasi tablo üzerinden düşünürsek; 7 Haziran sonrası benimsenen güvenlik konseptine, ardından 15 Temmuz darbesiyle resmileşen ‘olağanüstü hal’ uygulamalarına karşı uluslararası tepkilerin de önü alınmış oldu.
Ülkenin resmi muhalefeti ise, kendince iktidarın zayıf karnı olarak değerlendirdiği göçmen/mülteci varlığına karşı popülist siyasi söylemleri öne çıkarıyor. Almanya’daki AfD, Fransa’daki Le Pen’lerin Ulusal Cephesi gibi, burada da CHP-İYİP ve diğer pek çok siyasi odak, mülteci karşıtı popülist siyasetten medet umuyor. Garip(!) bir biçimde, ülkedeki yakıcı birçok problem başlığında iktidara karşı itidali elden bırakmayan bu odaklar, en sert söylemlere mülteciler konusunda başvuruyor.
Resmi muhalefetin ve medyanın büyük kısmının kullandığı suçlayıcı dil ve mültecilerin sürekli negatif bağlamlarda anılmaları, geldiğimiz noktada mültecilerin toplum nezdinde ‘insan-dışı’ bir yığın olarak algılanması sonucunu doğurdu. Bu insan-dışılaştırma atmosferinde mültecilerin güvencesizliği arttı ve nihayetinde mülteci emeği daha da ucuzladı. Bu durumu istismar edip kara tahvil edenler ise başta işverenler, ev sahipleri ve insan kaçakçıları oldu.
Bugün Türkiye’de yapılan araştırmalar toplumun ezici çoğunluğunun, mültecileri ülkede istemediği, yaşanan sorunların başlıca sebeplerinden biri olarak tanımladığı görülmektedir. Siyasetin ve medyanın etkisiyle oluşan bu iklimin doğal sonucu olarak, ülkenin içinde olduğu baskı ve kriz ortamından kaynaklanan toplumsal öfke sistemin kaynağına yönelmek yerine, mülteci nefretiyle soğurulmuş oldu. Ana akım siyaset, toplumun huzursuzluğu ve öfkesine “asli unsur/ayrıcalıklı yurttaş” gömleğini giydirerek, savunmasız ve güvencesiz mültecilere karşı kışkırttı.
İktidar ve resmi muhalefetin dışındaki bizler ne yapabiliriz?
İlk olarak, çok sayıda mülteci dayanışma grubunun bu alanda bir çaba ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu çabaların çok sınırlı bir etki alanına sahip olduğu da bir vakıa. Bu grupların bir kısmı insani yardım çalışmaları yürütürken, bir kısmı da ırkçılık karşıtı söylemi yaygınlaştırmayı amaçlıyor. Böylesi grupların –belki- daha fazla birbiriyle temas edip koordinasyon halinde çalışma yürütmesine; sadece kitlesel saldırı dönemlerinde değil, kalıcı bir dönüşüm için ısrarlı kampanyalarla kamuoyunu etkilemesine ihtiyaç var.
Yukarıda bahsi geçen insan-dışılaştırmaya karşı mültecilere, medyada, sinemada ve tv’de daha çeşitli temsil ve bağlamlarda yer verilmesi bu algının kırılması için önemli bir araç olacaktır. Evrensel, Sendika.Org ve dayanışma gruplarının medyadaki çalışmalarının farklı mecra ve içeriklere doğru genişletilmesi bu dönüşüme katkı sunacaktır.
Mülteciler çoğunlukla ya liberal bir bakış açısından ‘mağdur’ kimliğine hapsedilip, oradan ilişki kuruluyor ya da ırkçı eğilimlerle ‘cahil’ ve ‘gerici’ olarak etiketleniyor. Sol/sosyalist siyasetin, mültecileri kapitalist birikim rejiminin ucuz emek deposu ve toplumun en yoksul tabakası olarak değerlendirerek, mültecileri sınıf mücadelesinin unsurlarına dönüştürecek yöntem ve araçları bulmalıdır. Küresel egemen sistemin çelişkilerinin en berrak biçimde tezahür ettiği yer mültecilerin itildiği yaşamın kendisidir. Bu sistemin, yerli ve göçmen yoksullar arasında bir rekabetten nemalandığı ve esas çelişkiyi çarpık biçimde başka görünümlere bürüdüğü açık biçimde gösterilmelidir. Hedef alınması gereken esas çelişkinin (emek-sermaye), sisteme karşı enternasyonal bir mücadelenin itici gücüne dönüşmesi de ancak sosyalistlerin müdahalesiyle mümkün. Bu alanda EMEP’in çalışmalarını takdir etmek gerekir ancak durumun hacmi ve aciliyeti itibariyle çok daha kapsamlı ve aktif bir siyaset izlemek zorunludur.
HDP ve TİP gibi partilerin parlamentodaki varlıkları ve geniş bir kitle üzerindeki etkileri göz önüne alınırsa, bu alanda daha fazla sorumluluk almaları beklenebilir. Mülteci düşmanlığına karşı, bu partilerin tabana doğru yayılan güçlü bir tutum alması ve mültecilerle dayanışma duygusunu güçlendirmesi büyük bir ihtiyaç. Özellikle HDP’nin siyasi programında, mültecilerin statüsünün netleştirilmesine, örgütlenebilme hakkına, sınır dışı edilemeyeceklerine ve anadilde kamu hizmetlerine erişebilmesine yer vermesi, bu alanda önemli bir adım olacaktır.
Diğer yandan parti, sendika ve dayanışma gruplarının –özellikle göç alan ve göç veren- farklı ülkelerdeki muadilleriyle sıkı bir irtibat kurup, mültecilerle dayanışma ve siyaset üretme yollarını tartışması, deneyim paylaşımında bulunması faydalı olacaktır. Zira tarihi kırılmalara gebe bu dönemde ya ırkçılık ve kapitalist sömürü seçeneği ezici bir biçimde galip gelecek ya da emek eksenli bir dayanışma seçeneği öne çıkacaktır. Irkçılıkla el ele bir kapitalizmin tamamen kontrolü ele geçirmesiyle, sadece göçmenlerin emeğine ve yaşam hakkına saldırmakla kalmayacağı, küresel düzeyde bütün ezilen kesimlerin kazanımlarını yok edeceğini öngörebiliriz.
Son olarak, kimsenin emeğinin, yurdunun, sevdiklerinin ve onurlu bir yaşam hakkının çalınamayacağı bir dünya hayal ediyorsak, dünyanın bütün ezilenleri olarak yollarımızı birleştirmeliyiz!
* Göçmen emek gücünün, kapitalizmin kuruluşundaki kullanımı ve 2. Enternasyol’daki tartışmalar ve sonrasına dair güzel bir makale: https://akintiyakarsi.wixsite.com/anasayfa/post/proletarya-bi-r-go-c-menler-sinifidir-afganistan-dan-g%C3%B6%C3%A7en-proleterlere-y%C3%B6nelik-pogromculu%C4%9Fa-kar%C5%9F%C4%B1
****https://www.youtube.com/watch?v=7ZyomOoJAmM&ab_channel=BBCNewsT%C3%BCrk%C3%A7e
KAYNAK: https://sendika.org/2021/09/multecilerin-yolu-631530/#more