Türkiye ile Almanya arasında 30 Ekim 1961 tarihinde imzalanan İş gücü anlaşmasının üzerinden 60 yıl geçti.
Türkiyeli göçmenler üzerine birçok araştırmalar yapıldı, kitaplar yazıldı, tartışmalar yaşandı, filmler çekildi, yapılmaya da devam edecek.
Biz, bu dosyamızda göç- göçmenlik ve sorunlarını bir yandan güncel durumu işlerken diğer yandan tarihsel olarak göç- göçmenlik ve Almanya tarihinde göç dalgalarına da bir bakış sunmak istiyoruz …
Bu nedenle, dosyamızın bir bölümü tarihsel bilgileri içerecek, diğer bölümün ise günümüzdeki göçmenlik olgusunun geldiği aşamayı işlemeye çalışacağız.
Bu dosyada ebetteki göçmenlerin örgütlenmeleri, mücadeleleri ve ırkçılık-ırkçılığa karşı mücadele konularını da içerecek.
Göç dosyamıza, röportajlar, resimler, anılar ve göçe dair ne varsa elimize ulaşanları da ileriki dönemlerde eklemek istiyoruz.
Tamamen bugüne kadar araştırmalarımızdan, okuduklarımızdan, duyduklarımızdan ve kendi hayat tecrübelerimizden edindiğimiz donanım ile başlıyoruz. Umarız bu yolda bizi tamamlayacak donanımlı birçok arkadaş bu çabaya katkı sağlar.
Aslında hepimiz göçmeniz
İnsanlık, tarihi boyunca hep hareket halinde olmuştur. Yer değiştirme hareketlerinin nedenleri her zaman aynı olmamıştır. Bazen yaşanan doğa felaketleri, bazen yaşanan hastalıklar, kuraklık, savaşlar ve benzeri nedenlerle kabileler halinde insanlar bir yerden başka bir yere taşınmış ve yaşamlarını gittikleri yerlerde sürdürmeye çalışmışlardır.
Bilim insanlarının araştırmasına göre gezegenimiz dünyada Doğu Afrika`dan başlayan göç, bundan yaklaşık olarak 70 bin ya da bazılarına göre 100 bin yıl önce başlamış.
Arkeologların, genetik ve lengüistik bilgilerine dayanarak, Homosapienler’in Güney Afrika’dan başlayarak, kıtalar arası göçü şimdiki Orta Doğu’ya gittikleri, oradan da Arap yarımadasına, şimdiki Hindistan’a ve Güney-Doğu Asya’ya ve belki de Avusturalya’ya doğru gittikleri yönünde.
Sonradan, Güney-Kuzey Avrupa`ya, aynı zamanda Orta Asya ve Kuzey-Güney Amerika`ya doğru göç dalgasının yayıldığı tahmin ediliyor.
O dönemin göç dalgası ile şimdiki göç dalgası tabii ki hem zaman bakımından ve hem de koşullar bakımından farklı olsa da ortak yönü, göç edenlerin daha iyi bir yaşam amacı ile yola çıkmalarıdır. Başından itibaren bu yolculuğun başarıya ulaşma garantisinin olmadığı da başka bir gerçektir.
Bölgeler kesin çizgilerle belirlenmediği dönemlerde ve İmparatorluk dönemlerindeki göçler, koşulları gereği farklılıklar taşımakta ve ulus Devlet dönemlerinde de devam eden, edecek olan göç – göçmenlik yeni dönemin koşulları gereği bazı durumlarda geçmişte yaşananlar ile kıyaslanmayacak kadar değişik, gene kendine özgü koşullar çerçevesinde ele alınabilir.
Ama her durumda da değişmeyen bir gerçeklik olarak göç – göçmenlik gelecekte’de incelenmesi gereken bir gerçeklik olarak duruyor ve durmaya devam edecek.
Göç eden insanlar gittikleri her yerde değişikliğe uğrar, karşılaştığı koşullar veya girdiği toplumda kendini bulmaya çalışır ve kimliğini yeniden tarif etmeye başlar.
Geldiği toplumdan sosyal-kültürel olarak sadece almaz aynı zamanda geldiği topluma katkı sağlar ve zenginleştirir. Dolayısı ile hem göçmen alan topluluklar açısından hem de göçmenler açısından pozitif anlamda bakıldığında bir zenginliktir göç ve göçmenlik.
Kimlik oluşturma süreçleri genellikle gelgitli dönemlerdir, kısa sürmesini beklemekte doğru olmaz.
Genel bir kavram olarak göç, göçmenlik kendi içinde farklı biçim ve özelliklere sahiptir.
Bunlar: Gönüllü göç, geçici göç, zorunlu göç, ülkelerdeki iç göç, transit göç, dış göç, gibi kavramlar altında toplanabilir
Göç, süreçleri dolayısı ile göç eden toplulukların tanımlanmasını da beraberinde getirmektedir.
Sezon işçiler, yabancı işçiler, misafir işçiler gibi terimler kullanıldığı dönemlerde gerek toplum gerekse yasalar, bu yasaları ve toplumu düzenleyen devlet kurumları bu terimlerin kulanım değerlerine göre harekete geçer, öyle biçimlenir. Bu ülkelerin siyasi yapısına bağlı olarak biçimlenir.
Göçmenlik her ne kadar çağımızın bir kavramı ve gerçekliği olarak yaşanıyorsa da her göç eden kişinin özelinde bir durum olarak bakıldığında, bireyin kendi yaşamı ve anıları ile de özel bir durum.
Kişinin yaşamı, göç sebepleri, yaşadıkları, beklentileri, hayalleri, hayal kırıklıkları, başarıları, başarısızlıkları ile özel ve sınırlı.
Sınırlı olduğu ölçüde özel, toplumsal bakıldığı zaman toplumsal bir durum olarak önümüze çıkıyor.
Yaşadığı ülke veya bölge koşullarından daha iyi bir koşulda yaşama hayali ile yola çıkan insanlar bazen iradeleri ile çoğu zaman iradeleri dışı doğdukları yeri terk etmek zorunda kalırlar.
Günümüzde 272 milyonun üzerinde kişi doğduğu ülkede yaşamamakta.[1]
Ülkesini terk etmek zorunda kalan insanlar ise genellikle komşu ülkelere gitmektedirler.
Özellikle Avrupa ülkelerinde mülteciler üzerine yapılan çığırtkanlıkların ne kadar gerçek dışı olduğu, sadece 3. dünya ülkelerindeki mülteci sayısı ile Avrupa Birliği’nin toplamındaki mülteci sayısı ile karşılaştırıldığında görülecektir. (Tablo aşağıda)
İç savaşlardan ya da açlık tehdidinden kaçan insanlar en yakın komşu ülkeye kaçmaktadırlar. Diğer bir gerçek ise mültecilerin kalesi Avrupa değil Afrika ve Asya’dır. Daha yakın zamanda ülkesini terk etmek zorunda kalan Afganlar, Suriyeliler, Iraklılar, Libyalılar, Mısırlılar Ugandalılar, açlığa mahkûm edilen Somaliler Avrupa’ya değil, komşu ülkelere geçerek yaşam mücadelesi vermekteler. Bunların çoğunluğunun Avrupa’ya ulaşma şansı bile zaten bulunmamakta.
Avrupa ülkelerinin Kaddafi iktidarına Afrika’dan göçen insanların Avrupa ülkelerine geçmemeleri için her yıl miyarlarca avro para aktardıkları Libya krizinde ortaya çıktı. Günümüzde Afrika’dan gelen göçmenlerin Libya’da durdurulması için Libya yönetimine milyarlar verilmekte. Burada kapıcı görevi Libya’nın.[2]
Aynı durum Ortadoğu’dan Avrupa’ya ulaşmak için yola çıkan göçmenlerin durdurulması için kapıcı görevi Türkiye’ye verilmekte.
Beyaz Rusya’da (Bela Rus) 9 Ağustos 2020 de yapılan seçimlerde sahtekarlık yapıldığına ilişkin muhalefetin sokaklara dökülmesini destekleyen Avrupa, Afganistan krizinden sonra Afgan mültecilerin bir kısmının da Beyaz Rusya üzerinden AB üyesi Polonya’ya geçmelerinin önlenmesi için Almanya, Polonya ve Beyaz Rusya dışişleri bakanları Polonya’da toplanarak durumu görüşmek zorunda kaldılar. Beyaz Rusya’ya hangi sözlerin verildiği henüz bilgimiz dahilinde değil. Beyaz Rusya Başkanı Aleksandr Lukaşenko Avrupa Birliği’nin eleştirileri üzerine “bundan böyle Avrupa’ya geçmek isteyen mültecileri durdurmayacağını” açıkladı. Sadece 2021 Ağustos Ekim ayları içerisinde, Beyaz Rusya Polonya üzerinden Almanya’ya kaçak geçen mülteci sayısı 4300 kişi. Bunların çoğu, Irak, Suriye, Yemen ve İran uyruklu oldukları açıklandı. Bu yazı yayına konduğu günlerde Polonya sınırı tel örgülerle örülmekte. Avrupa kendi kalesini güvenliğe almak adına etrafını örmekte ve insanlar soğuk hava şartlarında ormanlar ile baş başa bırakılmakta.
Lukaşenko Avrupalıları mültecileri kullanarak tehdit etmekte. [3] (Erdoğan’ında aynı yöntemi geçtiğimiz yıllarda uyguladığı gibi) Fakat eğer AB bir yöntemini bulursa Lukaşenko ile anlaşır ve bugüne kadar hakkında söyledikleri paranteze alınabilir. Yeter ki bu tarafın kapıcılığını kabul etsin.
Bir diğer kapıcılık görevini de Fas üstlenmekte.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Komiserliğinin verilerine göre dünyada 2020 verilerine göre koruması altında olan veya kayıt altına alınan ülkesini terk etmek zorunda kalan 41,3 milyon mülteci bulunmakta ve ülkesi içinde yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalan 41,1 milyon kişi bulunmakta. Toplamda yaşadığı yeri terk edenlerin sayısı 82,4 milyona yükseldi.
Gene Birleşmiş Milletlerin verilerine göre 2019 yılında dünya çapında 272 milyon kişi doğduğu ülkede yaşamamakta. Savaş, siyasi baskı, doğal felaketler nedeni ile dünyada mülteci sayısı 41,3 milyona ulaştı.
Avrupa Birliği bunların çok az bir bölümüne ev sahipliği yaparak mütevazi bir yer tutuyor.
Nüfus oranına göre bakıldığında, Avrupa Birliği toplam 447,3 milyon nüfusa sahip ve nüfusun sadece 0,6’sı mülteci.
Başka ülkeler ile kıyaslayacak olursak daha net görülmekte:
Durum böyle iken, öyle fırtınalar kopartılıyor ki sanki dünyada yerinden edilen herkes Almanya’ya ya da Avrupa’ya geliyormuş gibi bir hava yaratılmakta. Burada yabancı düşmanlığı ve ırkçılık devreye girmekte, toplumda bir koruma duygusu oluşturmakta. Bu algı aşırı sağın taraftar toplamasına da zemin hazırlamakta.
Yarın ne olacağını bilmeden değil, birazdan ne olacağını bilmeden yola çıkan insanların keyfine bu eziyetleri çektikleri söylenebilir mi? İster ekonomik sebeplerle ister politik sebeplerle yaşadıkları yerleri terk eden insanların barınma ve yaşam hakkı gittikleri her yerde sağlanması gerekmektedir.
Zengin ile fakirin arasındaki makasın gittikçe daha çok açıldığı, “3. Dünya” diye adlandırılan ülkelerin 3. kalmasının sebebinin birinci sayılan gelişmiş kapitalist ülkeler olduğu gerçekliğini hatırlatarak, insanların gelişmiş kapitalist ülkelere doğru yola çıkışlarını da doğal karşılanmalı.
Şimdilik konuya ilişkin bir virgül koyarak devam edelim.
Konumuz Türkiye ile Almanya arasındaki iş anlaşmasının 60.yılı, fakat bu konuda yaptığımız hazırlıkları aktarmadan Almanya göç tarihine kısaca bakmakta yarar var.
Neden böyle bakmak gerektiğine ilişkin birkaç noktayı şöyle sıralayabiliriz.
1) II. Dünya savaşı sonrasında getirilen misafir işçiler geçici olacaktı. Bu 19. yüzyılda Almanca konuşulan bölgede ve imparatorluk döneminde denenmiş bir tecrübe.
2) Almanya, işçilerin barınma ve çalışma koşullarını tarih tecrübelerine dayanarak planlamıştı.
3) 1965 yılında çıkartılan yabancılar yasası, 1945 öncesi Polis Kararnameleri üzerine oturtulacaktı.
Sadece bu üç neden bile, Almanya’nın geçmişine bakmamızı gerekli kılıyor.
Tarihsel bütünsellik içerisinde bakılmaz ise bir tarafı eksik kalacaktır.
Almanya`da Imparatorluk Öncesi, Imparatorluk Dönemi ve I. Dünya savaşı sonrasına kadar göç ve göçmenlik Politikaları. (Kısa bir bakış)
Almanya tarihi boyunca göç veren ve göç alan bir bölge ve ülke olmasına karşın, tarihte yaşananlar hatırlandığında, göçmenler ile çoğunluk toplumu arasındaki ilişkinin gerekliliğinin bilince çıkarılması bakımından acı da olsa hatırlatılması gerekmektedir.
Alman tarihi sadece masum göç hareketlerinin yaşandığı ve değişik kültürlerin barış içinde buluştuğu bir tarih olmamıştır. Aynı zamanda zora dayalı sınır ihlallerinin yaşandığı, insanların dışlandığı, sadece başka dinden, başka milletten veya başka kültürden diye, saldırıya uğradığı sayısız örneklerle dolu.
Dahası: 19. yüzyıl başlarından itibaren yaratılan ‘’yabancılaşma’’ korkusu ve ırkçı yaklaşımlar ve dışlamalar, Hitler Faşizmi vahşetine uğrayan başta Yahudiler, Roma-Sinti‘ler olmak üzere milyonlarca insanın hayatına mal olan Soykırımının da zeminini hazırladı …
Tarih her hatırlatıldığında belki birileri, ‘’Bunlar geçmişte olmuş bitmiş, ikide bir niye hatırlatıyorsunuz’’ diyebilir.
Fakat geçmişte olup bitenlerden bugüne ışık tutacak dersler çıkartılması ve bugün, geçmişte olanların yaşanmaması için ben ne yapıyorum sorusunu herkesin kendisine sorması gerekir diye düşünüyoruz.
16. ve 17. yüzyılında sürdürülen din savaşları sonucu, topluluklar dinlerinden dolayı yaşadıkları bölgeleri terk etmek zorunda kalırlar.
Sonradan Prusya-Alman İmparatorluk sınırları olacak bölgelere Hollandalılar, Avusturyalılar, Salzburglular, Hugenotlar, Waldenserler yerleştirilirler. Bunlar el becerileri ve icra ettikleri sanatları nedeni ile özellikle tarım alanında ve manifaktür (küçük işletmeler) alanında önemli katkılar sunarlar.
18. yüzyıl başlarından itibaren, Almanca konuşulan bölgede, güney batıya aynı zamanda orta Almanya bölgesine doğru toplu göçler baş gösterir. Bu göçlerin sebepleri, daha verimli topraklara ve iş alanına kavuşma umudu taşıyordu.
1800’lerin ilk yarısından Prusya -Almanya İmparatorluğu ‘nun kurulduğu yıl olan 1871 yılına kadar bölgedeki geçim sıkıntısından dolayı milyonlarca Alman toplu göçlerle yaşadıkları toprakları terk ederler.
Almanca konuşulan bölgelere göçteki gelgitler üzerine kısa bir bilgi.
Prusya‘nın doğusu, İmparatorluğu besleyen önemli tarım bölgesi idi. 1871 yılında kurulan Prusya-Alman İmparatorluğu, kuruluşundan itibaren ciddi bir rekabetle karşı karşıya kaldı. Amerika’dan gelen ucuz buğday Prusya Buğday fiyatını alt üst eder, öyle ki, 1880 yılında bir ton buğday 221 Reich Markı iken 1886 yılına gelindiğinde bu fiyat 157 Marka kadar düşer. 1870’teki tarım ürünleri fiyatları ancak 1912 yılında yakalanabilir. Uzun yıllar sürecek bir tarım krizi yaşanır.
Bunun yanında İmparatorluk nüfusu ciddi bir artış gösterir. 1873-1895 yılları arasında %25 nüfus artışı yaşanır ve nüfus 41,6 milyondan 52 milyona çıkar. Alman tarımı, içinde olduğu konjonktürel kriz nedeni ile bırakın yeni iş yeri sağlamayı var olan tarım işçilerin aylıklarını düşürmekte ve işçi azaltmaktadır.
Özellikle 1830 yılından sonra Almanca konuşulan bölgeden deniz aşırı ülkelere başlayan toplu göç imparatorluk döneminde de devam eder.
1830′ lu yıllardan önce ve sonrasında göç edenlerin %90’nı Amerika Birleşik Devletleri’ne, %10’u da Kanada, Brezilya, Arjantin ve Avusturalya’ya yerleşirler.
1816 yılından 1914 yılına kadar ABD de yaşayan Alman kökenlilerin sayısı 5,5 milyondur. Almanlar 1820–1860 yılları arasında Amerika’da İrlandalılardan sonra %30 lük bir nüfus ile en güçlü ikinci göçmen gurubu oluşturmaktadır.
1861 – 1890 arasındaki verilere göre en kalabalık göçmen topluluğu olarak bilinir.
Amerika’da 1979 yılında yapılan bir kamuoyu araştırmasına göre sorulanların yaklaşık %26’sı en azından ailesinden bir bölümünün alman kökenli olduğunu belirtmiştir.
19. yüzyılın üçüncü çeyreğinde ciddi bir göç dalgası daha yaşanır ve bu dönemde bu göç dalgasına‚ “ülkeden kaçış” („Landflucht“) ya da “yüksek dalga” („Hochflut“) olarak nitelenir.
(1846-1893 yılları arasında yılda 100.000’in üzerinde kişi, 1850’li ve 1880’li yılları arasında ise yılda 200.000 kişi Almanca konuşulan ve Prusya İmparatorluğu`ndan başka ülkelere göç eder.)
1880 –1893 yılları arasında sadece deniz aşırı ülkelere göç eden Almanların sayısı 1,8 milyon olarak sayılmakta.
1846/47 ve 1857/59 yılları arasında yaklaşık 1,3 milyon Alman ülkeden göç ederken 1873 yıllarında kuruluş gürültüsü içinde bile ülkeyi terk eden oldukça az olmasına karşın en yüksek göç dalgası 1880 ile 1893 yılları arasında oluyor ve bu kısa süre içinde 1,8 milyon kişi göç eder. Bu sürede göç edenlerin %92’si Amerika Birleşik Devletleri’ne gider.
Göç ederek ülkeyi terk edenlerin dışında 1880’li yıllarda Elbe’nin doğusundaki tarım çalışanları Batı Prusya’ya doğru göç ederler. Özellikle de Ruhr bölgesine gelirler.
Deniz aşırı göç Doğu-Batı Göçü her bir faktöründe tarımda çalışacak işçilerin azalmasına sebep olur.
1880’lerin başlarında doğudaki büyük toprak sahipleri özellikle yakın bölgelerden (Rusya, Avusturya ve talan edilmiş eski Polonya’dan yabancı tarım işçileri getirirler.
İlk olarak gelen Rus-Polonya yabancı işçileri ülkede, günümüzde de yabancı işçi sorunu gündeme geldiğinde ekonomi ile politikanın çelişkilerinin başlatmış oluyor.
1800’lerin ortalarından itibaren ve özellikle sonlarına doğru başlayarak yabancı işçilere karşı siyasi eğilimler dozunu yükselterek günümüze kadar gelmektedir.
Yabancı işçiler arasında en kalabalık nüfusu Polonyalılar oluşturmaktadır. Önceleri tarım alanında ülkenin doğusundaki tarım alanında çalıştırılan Polonyalıların çok sayıda oluşu Almanlar’da‚ ’’Polonyalılaşma’’ korkusu yaratmakta, Polonyalılara karşı ciddi bir anlamda düşmanlık yayılmaktadır.[4]
Polonyalılaşma korkusu taşıyan bazı Alman grupları, yönetim kademelerinden de destek bulurlar.
Özellikle İmparatorluğun doğu bölgelerinin‚ ’Polonyalılaştırma’’ korkusu ile başlayan yabancı düşmanlığından dolayı yeni kararnameler çıkartılmasıyla, yabancı işçilerin geçici ikamet etmeleri sağlanır. Sezon işçisi terimi de böylelikle Prusya Almanya’sında gerçekleşmiş olur.
1890’lara yaklaşıldığında sanayide ve özellikle de Ruhr havzası’nda açılan kömür ocaklarında çalıştırılmak üzere yüzbinlerce yabancı işçi getirilir. 1. Dünya savaşına kadar yaklaşık 2 milyon kişi Berlin, Orta Almanya ve Ruhr bölgesine göç eder. Bunların %20’ si Polonyalıdır.
Fakat bunlar Prusya-Konges, Polonya’dan ve özellikle Posen bölgesinden geliyorlardı. Bunların ana dilleri Polonyaca millet olarak Polonyalı fakat Prusya-Alman vatandaşı idiler.
Kömür ocağı sahiplerinin iş gücü ihtiyacını karşılamak için Ruhr havzasına doğudan getirdikleri işçiler öyle bir durum yaşadılar ki, Ruhr bölgesindeki şehirlerde yaşayan nüfusun önemli bir bölümünü doğudan gelenler kapsamıştı ve bunların önemli kesimi ise Polonyalı idi.
1908 yılında Ruhr kömür ocaklarında çalışan Prusya-Polonyalı ve Masuri işçilerin sayısı 71.774 kişidir. Bu sayı toplam çalışanın %20’sine denk düşmekte.
I. Dünya savaşına kadar sadece Ruhr bölgesinde yaşayan Polonyalıların sayısı 300.000 ve 350.000, Masurilerin sayısı ise 150.000 idi.
Polonyalılar genellikle Katolik olup, Masuriler ise Protestan mezhebine mensupturlar. Masuriler kendilerini Polonyalı olarak görmüyorlardı, fakat onlar da istatistiklerde Polonyalı olarak sayılıyorlardı.
Büyük toprak sahipleri ihtiyaç duydukça sezon ya da yabancı işçiler getiriyorlar, ya da geliyorlar.
1800’lerin sonlarına gelindiğinde sanayileşmenin yavaş yavaş gelişmesi ile köylerden şehirlere doğru göç de başlar ki bu iç göç de beraberinde bir dizi sorunları da içinde barındırır.
Ruhr bölgesinde yaşayan Polonyalılar kendi aralarında örgütlü ve kurdukları dernekler daha çok dini dernekler olsa da kültürel, sosyal konularda kendi aralarında paylaştıkları bir mekân olur. 1912 yılında Ruhr bölgesinde 875 Polonyalılara ait dernek bulunmaktadır. Bu dernekler toplam 81.532 üyeye sahiptir. Kiliseye bağlı dini derneklerin dışında Spor dernekleri de kurulur ‚’’Sokols’’ olarak anılan derneğin de 7.000 üyesi vardır.
Polonyalı işçiler 1902 yılında kurdukları sendika ZZP 20.000 üyeye sahip olarak Sosyal Demokratların kurduğu işçi sendikaları ve Hristiyan İşçi Birliği ‘nden sonra üçüncü güç olmayı başarır. 1905 yılında Alman maden sendikasının büyük uğraşısı sonucu grevlerde birlikte hareket etmeyi başarırlar.
Yabancılaşma, daha çok Polonyalılaşma korkusu, milliyetçi hareketleri güçlendirir ve Polonyalılar önemli baskılara maruz kalırlar. Dernekleri kontrol altına alınır. Kamu alanında Lehçe konuşmaları yasaklanır.
Alman İmparatorluğunun 1890 yılından itibaren yükselişe geçtiği dönemlerde göç dalgasında bir azalma izlemek mümkün duruma geliyor.
Fakat iki kısa kriz dönemi İmparatorluğu bekliyordu: 1990/1902 ve 1907/1908 krizleri, bununla da kalmıyor ikinci dünya savaşı kapıdadır.
1890’lardan itibaren azalan dış göç yerini endüstri ve şehirlere akın eden iç göçe bırakır.
Dış göçün azalması sonucu doldurulamayan gemiler, gemi ticareti yapan firmaların hem Almanya içinde hem de çevresinde bulunan ülkelerde özel ajanslar aracılığı ile özendirici reklamlar yapmaya başlarlar. „Yeni Göç „olarak adlandırılacak bir süreç başlar.
Başarılı da olurlar. 1890 yılından ikinci dünya savaşına kadar 5 milyonun üzerinde kişinin, Rusya’dan (Özellikle Polonyalılar ve Yahudiler olmak üzere), Avusturya ve Macaristan’dan İmparatorluk körfezlerine akın etmesini sağladılar. Amerika’ya kalkan gemiler genellikle Bremen ve Hamburg körfezlerinden kalkmakta idi.
Bu „Yeni göç “Amerika’da pek hoş karşılanmadı. Yabancı düşmanlığı, ırklar ve dinler arasında ayırımcılık, 1890’lı yıllarda başlayan ekonomik kriz („Ponic of 1893) ile gelecek korkusu ve toplumda yaratılan düşmanlık doruğa ulaşmış ve dolayısı ile göçü durdurma veya kontrol altına alma konusunda tartışmalar başlar. 3 yıllık amansız bir tartışma ve araştırmadan sonra 1911 yılında açıklanan sonuç bildirgesinde Amerika Birleşik Devletleri’nde göç sorununa yeni perspektif getirir ve 1920 yılında uygulanacak sınırlı göç (Quotenregelung) uygulaması ile Amerika’ya göç sınırlanmış olur.
Almanya İmparatorluğu bir yandan milyonlarca Almanı Amerika, Kanada, Brezilya, gibi ülkelere göç verirken, bir yandan da gelişen sanayisinde çalışacak işçilere ihtiyaç duyar ve yığınlarla insan İmparatorluk ‘ta çalışmaya gelir. Göç veren ülke aynı zamanda göç alan ülke olmuştur.[5]
Birinci dünya savaşına kadar 1,2 milyon yabancı Alman İmparatorluğu’nda çalışmak için geldi. Hollandalılar, Polonyalılar ve İtalyanlılar birinci dünya savaşı öncesi en kalabalık grubu oluşturuyordu.
19. yüz yıl sonlarında arz-talebe dayalı olarak özellikle tarım alanında, endüstride, karayolu yapımında, kanalizasyon yapımında yoğun iş gücü talebi başlar.
1890’dan başlayarak özellikle Polonyalılara karşı geliştirilen düşmanlık ve Prusya içerisindeki Polonyalılaşma korkusu yabancı işçileri daha sıkı kontrol altına alacak ve 1907 de karar altına alınacak ‘Bildirim zorunluluğu„ veya ‘Meşruluk zorunluluğu„ diye tercüme edebileceğimiz (Legitimationszwang) uygulama ile ilkbaharda, sezon başladığında, gelme ve kış döneminde geri dönüş zorunluluğu getirilir.
Bu uygulama özellikle Polonyalılara karşı kullanılır. Aile birleşimi mümkün değildir. Çocuklar kesinlikle getirilmeyecektir. Çalışmaya gelen erkek ve kadınların birlikte çalışmaları yasaktır. Kadın hamile kalması halinde sınır dışı edilebilecektir.
Meşruluk kâğıdı veren ve kontrolleri yapan kuruluş yarı özel bir şirkettir. Prusya Alan Çalışma Merkezi ismi ile anılan bu kuruluş sonunda 1907 yılında kurumlaşacak ve Alman İşçi merkezi ismini alacaktı.
Bu kurum yasal yaptırımlara sahip özel bir kurumdur. Önce Prusya bölgesinde daha sonra bütün İmparatorluk sınırlarında giriş çıkışları denetleyecek ve meşruluk kartları verecek bir işlev görecektir.
I.Dünya savaşına kadar İmparatorluk sınırları içindeki yabancı işçilerin giriş çıkışları hangi alanda ve hangi iş yerinde çalıştığı kayıt altına alınır.
İmparatorluk 1900’lü yıllara yaklaştıkça tarımda makineleşme ve sanayileşmemeye ilişkin yoğunluklu bir evirilme söz konusu ise de egemen kültür hala feodal dönemin kültürü özelliğini taşımaktadır.
Prusya-Alman İmparatorluğunun kuruluş yılı olan 1871’den 1910 yılına kadar Alman İmparatorluğu sınırları içinde çalışan yabancı işçilerin sayısı İmparatorluğun kuruluşunda 206.000 (Nüfusun %0,5) den 1,259 milyona çıkıyor. 1910 yılında (nüfusun %1,9) istatistiki bu bilgiler 1 Aralık da açıklandığından yıl sonunda geri dönmek zorunda olan yabancı işçileri içermeme durumu söz konusudur.
Yabancı işçilerin yarısından çoğu bu yıllar içerisinde endüstride, üçte biri tarım alanında çalışmakta idi. Bu işçiler Rusya, Rusya işgalindeki Polonya, İtalya, Hollanda ve Avusturya-Macaristan’ından gelmekte idiler. Bunların yanısıra imparatorluk vatandaşı Polonyalılar önemli bir sayıyı oluşturuyordu. Yabancı ülke Polonyalılar yıllık Polonyalıların %7’sini oluşturuyordu. Fakat Polonyalı olmayan yabancıların da %53’ünü oluşturmakta idi.
Her 10 yabancı Polonyalı düzenli olarak yıl sonunda Prusya sınırlarını terk etmek durumunda idi ve ilk baharda hasat zamanı yeniden gelebileceklerdi.
İmparatorluk Polonyalılarıyla yabancı Polonyalıların gerek tarım alanında gerekse sonraları endüstride yoğun olarak çalıştırılmaları, büyük tartışmalara neden olur. İmparatorluk sınırlarında almanlaştırma ve milliyetçileştirme çabaları yabancı işçiler üzerinden sürdürülür. Yabancı Polonyalıların getirilmesi ‘’Yabancılaşma’ ’belgesi olarak gösterilir.
Sosyal bilimci Max Weber 1892 ve 1893 yıllarında yaptığı araştırma ve tespitlerde ‘’Doğu Prusya‘da göçteki gelgitlerin ekonomik ve sosyal dönüşüm ile açıklanacağı’’ tespiti sosyal bilimlerde doğru bir tespit olmasına karşın. ‘’ Yabancı Polonyalıların gelmesi ile yerlilerin bölgeyi terk etmesi’’ tespiti ‘’sıkıştırma’’ ile birleştiğinde, yabancı Polonyalılar Almanları doğu Prusya’dan göçe zorluyorlar noktasına kadar gidiyor.
Sanayileşme geliştikçe köylerden şehirlere göçler yaşanmakta. Sanayide çalışacak yerlilerin sayısı çoğaldıkça, yabanı işçiler yedek işçi ordusu olarak görülmekte ve yabancı işçiler, yerlilerin yapmak istemedikleri en ağır ve en pis işlerde ve en ucuz biçimde çalıştırılmaktadır.
Birinci Dünya savaşında ‘’Düşman Yabancılar’’
Toplam 60 milyon Avrupalı 1914 -1918 yılları arasında Deniz, Kara ve Hava kuvvetleri olmak üzere askere alınır. Bu yıllar I. Dünya savaşı yıllarıdır.
Fransa 7,9 milyon, İngiltere 6,1 milyon, Rusya 1917 Ekim Devrimine kadar 15 milyon ve Almanya 13 milyon üzerinde kişiyi 4 yıl sürecek savaş için seferber eder.
Almanya’da seferber edilen 13 milyon, nüfusun her 100 kişiden 20 sinin askere alınması anlamına geliyor ki bu da yaklaşık olarak askerlik çağındaki bütün erkeklere tekabül ediyor. Yani yetişkin erkeklerin %80 silah altına alınıyor.
Savaş başladığında Almanya’da 1,2 milyon yabancı işçi bulunmaktadır. Bunların 700.000’ı endüstride, 500.000’i ise tarım alanında çalıştırılmaktadır.
Çalışabilir yaştaki ve çalışan erkekler silah altına alınınca, savaş sanayisinde, maden ocaklarında ve tarım alanında çalışacak işçi ihtiyacı ortaya çıkar.
Birinci dünya savaşı başladıktan birkaç gün sonra Prusya Almanya’sının komuta merkezinin kararı ile İmparatorluk sınırlarında bulunan düşman ülke yabancı işçilere seyahat yasağı dolayısı ile İmparatorluk sınırlarını terk etme yasağı getirilir. Bu karar Rusya-Polonyalılarını hedef alıyordu. İmparatorluk sınırları içerisinde çalışmaya gelmiş “dost ülke yabancıları”, Avusturyalılar ve İtalyanlar bu yasaktan muaf tutulsalar da seyahat etmeleri engelleniyordu. Sezon işçileri artık zorunlu işçilerdir. Düşman ülkeden gelmiş yabancılar sivil tutuklulardır artık.
Savaş yıllarına uyum gösteremeyen bazı işletmelerde kriz yaşanır ve işten çıkartmalar ve sınır dışı etmeler baş gösterir.
İtalyan işçilerinin sayısı 1913-1914 yıllarında 65.000’den 13,000’e düşer. Aynı yıllar arasında endüstride çalışan Avusturyalı yabancı işçilerinin sayısı 189.000’den 80.000’e daha sonra 1914/15 yıllarında 62.000’e kadar düşer.
Bu da yetmemekte. Eksik olan nitelikli elemanlarını ve normal işçi gereksinmesini karşılamak için, Alman İmparatorluğunun savaş ile sınırlarına katmayı başardığı ülkelerden ve rehin aldığı askerleri zorunlu çalıştırmaya tabi tutar. Yaklaşık 1,5 milyon kişi ‘’düşman yabancı ülkeler’’ diye tanımlanan ülkelerden getirilir.
Sadece Polonyalıların sayısı 500 ile 600 bine tekabül ediyor.
Savaş sürdürücüsü olan Alman İmparatorluğu 1914-1918 yılları arasında yaklaşık 2,5 milyon savaş esirine sahip olur. Savaş esirlerine çalıştırma zorunluluğu getirilir ve Alman İmparatorluğunun gerek yabanı işçilere ve gerekse savaş esirlerine uyguladığı vahşet, Hitler Faşizmine denenmiş bir miras bırakır.
Milyonlarca zorunlu işçinin ve savaş esirinin uzun vadeli çalıştırılacağı hesaba katılmadığı için, bu duruma uygun barınma olanakları ve bakım olanakları da mevcut değildi.
Çalışma koşulları, barınma olanakları, beslenme koşulları gerek zorunlu işçilerin gerekse de savaş esirlerinin yaşadıkları çok acımazsız, kelimenin tam anlamı ile bir vahşettir.
En ağır işlerde günde 16-18 saat çalıştırılan işçiler, eğer şansları varsa sıcak bir çorba içebilirlerdi onun dışında kuru ekmek ve patatese talim etmek zorunda bırakılıyorlardı. Bırakılıyorlardı, çünkü ne yiyeceklerine kendileri karar veremedikleri gibi, nerede yatacaklarına ve nerede çalışacaklarına kendileri karar veremiyorlardı.
Savaşın ilk yıllarında, yapılan derme çatma barakalarda, toprak altlarında açılmış mağaralarda veya çadırlarda konaklıyorlardı.
İlk geldiklerinde, bir kısmına barakalar yaptırdılar. Belki de kendilerinin toplu kalacakları barakalar olacağını bilmedikleri barakalardı bunlar.
Gıdasızlık, sağlıksız yaşam ve iş koşulları sonucu hastalıklar baş gösterir. Yeterli sağlık personeli bulunmamaktadır.
Tifüs ve sarıhumma gibi salgın hastalıklar baş gösterir. Sadece en kalabalık barınak olan ve Rus savaş esirlerinin kaldığı Brandenburg’da 1914/15 yılları arasında 97.000 savaş esirinin 7.100‘i sarıhummaya yakalanıyor. 1914/18 yılları arasında sarıhummaya yakalanan Rus esirlerin sayısı 39.000 kişiyi buluyor.
Bu hastaların yaklaşık %10 hayatını yitiriyor. Gerek sağlık personellerin az oluşu, yeterli müdahalenin zamanında yapılmaması gerekse yaşam koşullarının kötü oluşu çok fazla insanın yaşamını yitirmesine neden olur. Bunun dışında esir düşen Rus askerlerin çarlık Rusya’sında geçirdikleri salgın hastalıklar ve beslenme ve kötü yaşam koşullarında hastalığa yenik düşmenin zeminini hazırlamış oluyor.
1917 sonlarına gelindiğinde çalıştırılan esirlerin yaklaşık %15’i kömür ve tuz ocaklarında çalıştırılırlar. 170.000 esir için bu ağır kuvvet gücüne dayalı bir çalışma idi. Savaş endüstrisinde ve ocaklarda çalışan esirlerin hem iş koşulları hem de barınma ve beslenmeleri oldukça kötü bir durumda idi. Buna karşılık tarımda çalışanların durumu ötekilerden daha iyi durumda idi.
Savaş bittiğinde 1,5 milyon savaş esiri tarım ve sanayide çalıştırılıyordu. Toplam 750.000 iş yerinde savaş esiri çalıştırılmıştı. Buda her iş yerinde en az iki esirin çalıştırıldığını gösteriyor.
Zorunlu işçiler ile birleştirildiğinde, yabancı işçilerin günlük hayatta yerlilerle karşılaştıkları ve halkın da tecrübe edindiği bir durum yaratmış oluyor.
Bir başka gerçek de eğer yabancı zorunlu işçiler ve çalıştırılan milyonlarca savaş esiri, kömür ocaklarında, savaş endüstrisinde ve tarımda çalıştırılmasa idi, Alman İmparatorluğu ne bu kadar uzun bir savaşı sürdürebilirdi ne de sanayisinde bu kadar ilerleme sağlayabilirdi.
Bu tecrübelerden yakın gelecekte iktidara gelen Hitler yararlanacaktı.
Yıl 1918 birinci dünya savaşı sona ermiştir. Savaş öncesi on yıllar boyunca işlenen ırkçılık, milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı, savaş yıllarında doruğa ulaşmıştır.
Birinci dünya savaşı bittiğinde ve takip eden yıllarda, Almanya göç alan ve dünya krizinden dolayı göç veren bir ülke olmaya devam eder.
1919-1932 yılları arasında Almanya’dan 600.000 Alman deniz aşırı ülkelere göç eder. Bunların %71’i Amerika’ya diğer geri kalanı ise Arjantin, Avusturalya, Brezilya ve Kanada ya giderler.
Deniz aşırı ülkelere gidemeyenler ise batı Avrupa ülkelerine göçerler. Özellikle 1923’de parada yapılan devalüasyon ve çıkan kriz sonucu bir yıl içinde 115.000 kişinin Weimar Cumhuriyeti’nden göç etmesi, 19. yüzyıldaki göç dalgasını hatırlatır niteliktedir. 1880-1893 yılları arasındaki göç dalgasını yakalamıştır bu sayı.
1923 yılında Amerika’nın göçe koyduğu kota ve Almanya’da paranın stabile edilmesi yavaş yavaş göç dalgasını azaltmıştır. 1930’lara gelindiğinde Dünyadaki ekonomik kriz olmasına karşın ülkeyi terk eden Almanların sayısında azalma görülür, artık yılda sadece 10-15.000 kişi Almanya’dan göç etmektedir.
I.Dünya savaşı bittiğinde kesin olmamakla birlikte, resmi kayıtlara geçen 715.770 yabancı işçi, kayda geçmeyen 200.000 kişi ve savaş esirleri ile sayıldığında 2 milyon yabancı işçiden söz edilmektedir.
Savaş sonrası yapılan barış anlaşmaları ve alman askerlerinin geri dönmesi, savaş sanayinin yerini normal sanayiye bırakması sonucu geçişin yarattığı kriz iş sahasında yabancı işçilere duyulan ihtiyacı azaltmıştır. O zamana kadar yabancılara karşı sürdürülen düşmanca politikalar sayesinde, yabancı işçilerin ve savaş esirlerinin ülkelerine derhal geri dönmesi öngörülmüştür.
Ama pratikte alman tarımında özellikle Polonyalılara ihtiyaç devam etmektedir. Polonyalı işçiler olmadan Elbe’nin doğusundaki tahıl kaldırılamayacaktı.
Toprak sahiplerinin büyük çabası ve Weimar Cumhuriyeti ile yaptıkları görüşmeler sonucu 10 Mart 1919 da Milli birlik toplantısında karar çıkar. Yabancı işçilerin ülkeyi terk etmesi ve bir daha yabancı işçi alınmaması konusundaki karar, köylü örgütlerinin ve toprak sahiplerinin yoğun talebi sonucu yumuşatılmasına ve 50.000 Polonyalı işçinin tarımda çalıştırılmasına karar verilir.
Artık iş ve işçi konusundan sorumlu merkezi bir bölüm açılarak işçilerin nerede ve kimin çalıştırılacağı, merkezi kontrol altına alınacaktır. Eğer bir iş yeri işçiye ihtiyacı varsa önce alman işçiyi almak zorundadır.
1918-1933 yılları arasında yabancı işçi sayısında ciddi bir azalma gözükmektedir.
Özellikle Yahudilere karşı sürdürülen anti.semitist propaganda toplum içinde de ciddi bir düşmanlık yaratmış ve savaş sonrası İmparatorluğa gelmek zorunda kalan Avrupalı Yahudilere karşı sokak saldırıları yoğunlaşmıştır.
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı doruktadır. 1933 yılında Hitlerin öncülüğünü yaptığı NSDAP işbaşına gelmiştir.
Hitler iş başına geldikten hemen sonra yabancılara ve özellikle Yahudilere karşı sürdürdüğü düşmanca politikaları sonucunda Almanya’dan yeni bir göç dalgası başlar.
Irkçı Nürnberg yasaları diye tarihte faşizmin ilk parmak izlerini bıraktığı bir belge olarak 1935 yılında çıkartılır.
Ülke ciddi bir düşmanlık ve kaos içindedir. Olanak bulan Yahudilerin bir kısmı ülkeden kaçar. Ve çok geçmez 9 Kasım 1938’de “Reichspogromnacht” diye tarihe geçen Yahudilerin evleri ve dükkânları önceden işaretlenmek üzere ateşe verilir.
İkinci dünya savaşı patlak verir ve yurtdışına çıkış yasaklanır.
Bu süre içinde ülkeyi terk etmeyi başarmış sayıları 450 ile 600.000 arası tahmin edilen Yahudiler, Avrupa ülkelerine sığınır. Aslında beklentileri Hitler rejiminin kısa sürede değişmesini bekleyip geri dönmektir.
Yaklaşık 100.000 kişi Amerika Birleşik Devletleri’ne 55.000 kişi Arjantin’e 40.000 kişi de İngiltere’ye kaçmayı başarır.
Dünya çapında 80 ülke Almanya’dan kaçan insanlara ev sahipliği yapar. Göç eden nüfusun çoğunluğunu Yahudiler oluşturmaktadır. Siyasi görüşlerinden dolayı ülkeyi terk eden sosyal demokrat ve komünistlerin sayısı 1939 yılında 25.000 ile 30.000’dir.
II. dünya savaşı başlaması ile eşi o zamana kadar görülmemiş bir göç dalgası yaşanmıştır. 1939 ile 1943 yılları arasında yaklaşık 30 milyon kişi yerinden edilmiştir. Bu sayı Avrupa nüfusunun %5’ine denk düşmektedir.
1943-1945 yılları arasında 50-60 milyon kişi yerinden edilmiştir ki bu da o dönem Avrupa nüfusunun %10’nu geçmektedir.
II. Dünya savaşı başlamıştır ve Alman nüfusunun yetişkin erkekleri silah altına alınmışlardır. Nazi Almanya’sının başlattığı savaşın tarafı olmayan herkes düşmandır artık.
Savaş endüstrisinin iş gücü ihtiyacını karşılamak ve tarımda çalıştırılmak amacı ile yabancı işçilere ihtiyaç vardır.
Bir yandan işgal ettiği ülkelerin hammadde, savaş sanayisi ve tarım alanlarını Nazi Almaya’sının ve savaşın hizmetine koyarken bir yandan da Almanya’daki ihtiyaca cevap vermek amacı ile milyonlarca kişi zorunlu ya da gönüllü göçe zorlanır.
1939 yılında yabancı işçi sayısı 301.000 iken bu sayı Ekim 1944 yılında 8 milyona çıkar. Bu 8 milyonun 6 milyonu sivil, 2 milyonu da 26 farklı ülkeden savaş esirleridir. Bazı tahminlere göre ise bu sayı 12-14 milyon arasındadır, bunların %80-90’ı ise zorla çalıştırılanlardan oluşmaktadır.
1944 sonbaharında kayıtlara geçmiş 8 milyon kişinin 1/3’i, yani 2,8 milyonu Sovyetler Birliği’nden , 1,7 milyonu Polonya’dan, 1,2 milyonu Fransa’dan ve binlercesi de İtalya, Hollanda, Belçika, Çekoslovakya ve Yugoslavya’dan gelmek ya da getirilmekte idiler.
Bütün barbarlıkla sürdürülen savaşta esir düşen askerler insanlık dışı şartlarda barındırılıyor ve bunların önemli bir kısmı açlıktan ve yakalandığı hastalıklar veya donarak yaşamlarını yitiriyorlar. Sadece 1941-1945 yılları arasında 5,7 milyon Sovyet savaş esirin 3,5 milyonu kondukları hapishanelerde yaşamlarını yitirmiştir.
Nazi İşgali altındaki Polonya’da ve Almanya’da kurdukları toplama kamplarına, işgal ettikleri Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden Yahudiler insanlık dışı şartlarda tren vagonlarına doldurularak getirildiler. Binlercesi yollarda milyonlarcası toplama kamplarında, gaz odalarında, fırınlarda yakılarak soykırım yapıldı.
Savaş bittiğinde insanlık, gördüğü en barbar ve kelimelerle açıklanması güç bir gerçekle karşılaşmıştı. II.Dünya savaşında ölen yaklaşık 20 milyon insan.
Almanya’da Hitler faşizminin soykırımı sonucu 6 milyon Yahudi, 5000.000 Romen, yüz binlerce komünist, eşcinsel ve engelli insan hayatını yitirdi.
Yabancı işçiler Nazi Almanya’sında gerek savaş sanayisinde ve gerekse tarım alanında ve özel şirketlerde çalıştırmaya mecburdular. Çalışmaya direnenler vatan haini ilan edilerek ağır cezalara çarptırılıyorlardı. Savaş başlamadan kısa bir zaman önce çıkartılan polis kararnameleri bunun uygulanmasının zeminini hazırlamıştı.
II. Dünya Savaşı sonrası gelişmekte olan Almanya’ya yeni işçi gücü …
Bu Bölüm ‘II.Dünya savaşı sonrası Almanya’ya göç- göçmenlik ve Almanya’da yabancılar politikası’ konularını ele almaktadır.
II.Dünya savaşı, insanlığa bütün acımasızlığı ve insanlık dışı yöntemleri ile unutamayacağı kötü bir miras bırakarak sona ermiştir.
…………………………..
Savaş sonrasında, atılan bombalar sonucu oldukça çok hasar gören Alman şehirleri, toplumda ‘’bir daha savaş öncesi konuma gelebilir miyiz’’ endişesi yaratmış ve yeniden nasıl bu şehirleri inşa edebiliriz düşüncesi ve perişanlığı yaşanmaktadır.
Öte yandan Amerikan Air Force’ın yaptığı incelemeye göre şehirlerin 4/5‘ü yerle bir edilmiş ya da ağır hasara uğramıştı. Nedense endüstri bölgeleri ve makinaların sadece %6,5‘i hasar görmüştü. Hatta bombalama sürecinde bile demir-çelik üretimi aralıksız devam etmiştir.
Savaş endüstrisi üretiminin en üst aşamasını yaşamaktadır. 1945 yılının ilk yarısı verilerine göre 1941 yılı ile kıyaslandığında ikiye katlamıştır.
Bu orantıları görünce insanın ‘’sanki bombalayan pilotlara endüstri bölgelerini bombalama’’ gibi bir emir verilmiş diyesi geliyor.
Savaş bütün hasarlara rağmen bitmiştir. Artık iki Almanya vardır. Demokratik Almanya Cumhuriyeti ve Batı Almanya Cumhuriyeti.
Bombalama sonucu yıkılan şehirler yeniden inşa edilmeye başlanır.
Bu dönemde batı Almanya’da halkın çektiği geçim sıkıntısını ve insanların barınması için Amerikalıların Marshall Planı devreye girer.
1950’lere gelindiğinde, savaşta esir düşen alman askerleri ve cephelerde olan askerler evlerine geri dönmüş olsalar da mevcut iş gücü ihtiyacını karşılayacak durum söz konusu değildir. Ya da ağır ve Almanların çalışmak istemediği iş kollarında yeni iş gücüne ihtiyaç vardır.
1955 yılında İtalya ile, İşçi Anlaşması yapıldı. 1955 yılında anlaşma yapılmasına karşın 1959 yılına kadar İtalya’dan gelen işçi sayısı sadece 50 bindir. Daha fazlasına da ihtiyaç duyulmaktadır. Bu ihtiyacın bir kısmını Doğu Almanya’dan kaçan mülteciler karşılamaktadır.
Bir yandan iş sahaları genişlemektedir, öte yandan da 1961 yılında Doğu Almanya’nın batı Almanya ile arasına ördüğü duvar, doğudan gelen mülteci sayısını nerede ise sıfıra düşmesine neden olmuştur. Bu iş gücü açığı yabancı işçilerle kapatılacaktır.
1959 yılında sayıları 166.000 olan yabacı işçilerin sayısı 1965 yılında 1 milyon artarak 1.164 bine ulaşır.
Bu arada Almanya’da çalışanların sayısı 4,5 milyon çoğalarak 1965 yılında 26,5 milyona ulaşmış ve böyle de devam edecektir.
Fakat Almanya’yı daha fazla yabancı işçi almaya zorlayan nedenler kendisini dayatmaktadır. Bunlar başlıca şöyle sıralanabilir.:
- Doğu Almanya’nın ördüğü duvar sonucu mültecilerin gelmesinin engellenmesi.
- Savaş yıllarındaki doğum oranının azalması sonucu yetişen gençlerin azalması,
- Emeklilik yaşının belirlenmesi ve aşağı çekilmesi sonucu emekli sayısının artması,
- 1960‘lardan başlayarak meslek eğitimi yıllarının uzatılması ve
- 1960 yılına kadar 44,4 saatlik haftalık iş saatlerinin 1967 yılında 41,4 saate düşürülmesi gibi sebeplerden dolayı çıkan işçi açığı yabancı işçiler ile giderilecek idi.
Ve öyle de oldu.
Büyük firmalar işçi sıkıntısı çekmekte ve adeta işçi üzerine kavga edilmektedir. Büyük endüstri, hükümeti yabancı işçi alımı konusunda zorlamaktadır.
Başarılı da olurlar. 1955’de İtalya ile yapılan anlaşma baz alınarak işçi alımı anlaşması başka ülkeleri kapsayarak genişletilecektir.
Dönemin Çalışma Bakanı Blank Mart 1960 yılında Yunanistan ve İspanya ile, 30 Ekim 1961’de Türkiye ile, 17 Mart 1964’de Portekiz ile, 12 Ekim 1968 yılında ise Yugoslavya ile işçi alımı anlaşmasını yapar.
1959-1965 yıllar arasında yabancı işçi sayısında bir milyon çoğalma görülmektedir.
Bir yandan Almanya sanayisi savaş sanayisinden normal üretime geçmeyi başarmış ve öbür yandan savaş yıllarında çalıştırdıkları savaş esirleri ve zorunlu işçiler artık yok. Dolayısıyla yerli çalışabilecek insan sayısı mevcut ihtiyaca cevap vermemektedir.
Devam edecek …
Göç dosyamızın diğer bölümünde II. Dünya Savaşı sonrası gelişmekte olan Almanya’ya yeni işçi göçünü ele alacağız.
DuvarYazisi.org için yayına hazırlayan: Ali Şahverdi
[1] https://www.bpb.de/gesellschaft/migration/kurzdossiers/168592/bevoelkerungswachstum-und-migration
[2] https://www.dw.com/de/gaddafi-droht-europa-geld-oder-fl%C3%BCchtlinge/a-6276484
[3] https://www.deutschlandfunk.de/gefluechtete-als-druckmittel-lukaschenkos-versuch-die-eu-zu.2897.de.html?dram:article_id=504436
[4] https://www.bpb.de/gesellschaft/migration/kurzdossiers/256398/polnische-diaspora
[5] https://www.bpb.de/gesellschaft/migration/dossier-migration/247684/auswanderung