Yapısal, kurumsal ırkçılık ve ırkçılık karşıtı mücadele – Çağrı Kahveci

HomeManşetIrkçılık - Göç

Yapısal, kurumsal ırkçılık ve ırkçılık karşıtı mücadele – Çağrı Kahveci

ABA-TK’nın (Aktionsbündnis Antirassismus, Türkiye ve Kürdistanlı Göçmenler Platformu, Berlin) 29 Ekim’de düzenlediği ‘Almanya‘da yapısal ırkçılık ve göçmenlerin mücadelesi’ konulu toplantıda konuşan Dr. Çağrı Kahveci’nin (Sosyolog, Göç araştırmacısı) konuşmasını kendi izniyle yayınlıyoruz.

Yapısal, kurumsal ırkçılık ve Irkçılık karşıtı mücadele

Konuşmama öncelikle bir ırkçılık tarifi ile başlayabilirim, ama bunun aslında sadece konjunktürel bir tanım olduğunu belirtmek gerekir. Zira ırkçılık da diğer pek çok sosyal fenomen gibi, içersinde ortaya çıktığı toplumsal ve tarihsel koşulların ekonomik, ideolojik, politik ve kültüreller kodlarından bağımsız değildir. Yani, evrensel, küresel ve de tarih ötesi bir ırkçılık tanımı vermek yanlış olur.

Örneğin plantasyon ekonomisi ve büyük oranda siyahi köle emeğine dayalı 18. yy.daki Karibik toplumlarındaki ırkçılık ile, 20. yy.daki beyazların egemenliğinde farklı ekonomik sistemlerin politik haklarla artıkule olduğu apartheid Güney Afrikadaki ırkçılık da oldukça farklı yapısal özelliklere sahiptir. Keza, anti-semitizmi de en eski ırkçılık düşence ve pratiklerinden birisi olarak ele alırsak, yine ortaçağdaki hristiyan Almanya ile 1920-30’lu yılların seküler, „modern“ Almanyasındaki antisemitizm arasında da büyük fark vardır.

Benim bu sunumda üzerinde durmak istediğim ırkçılık, spesifik olarak 2. dünya savaşından sonra Almanyada daha doğrusu Batı Avrupda pek çok göç alan sanayi toplumlarında ortaya çıkan veya yeni bir boyut kazanan ve göçle bağlantılı olan ırkçılıktır.

Burada altını çizmek istediğim diğer önemli bir nokta (hatta en temel analitik ve politik mesele), ırkçılığın ırksallaştırılan grupların, örneğin göçmenlerin, varlığına atfen, antropolojik ve doğal bir tepki olmadığıdır. Yani ırkçılıktan kastımız, ön yargılara dayanan empati, aversiyon/hoşlanmama vs. gibi duygusal veya duyumsal yaklaşımlar değildir. Irkçılık, kişisel bir düzeyde ele alınmak yerine, yapısal ve kurumsal olarak kavranmalıdır. (Bu konunun tartışma kısmında üzerinde durmakta fayda var. Zira hem ırkçılığa maruz kalanlar, hem de hakim olan gruplara mensup üyelerde, ırkçılığın aslında ya örneğin karakafalı göçmenlerin davranışlarına, kültürel praitklerine etc. bir doğal tepki olduğu ya da ırkçılığın, Alman toplumun belli bir kesiminin sorumlulu olduğu vs. gibi yanlış ve tehlikeli inanışlar var).

İnsanların biyolojik, kültürel, sınıfsal vs. objektif veriler temelinde değişmez gruplara ayrılamayacağı bilinmekle birlikte, ırk, egemenler tarafından “öteki”ni farklı ve aşağı olarak tanımlamak için atfedilen (ascribe) üretken bir fark olarak ortaya çıkmıştır. Irk, mutlaka biyolojik ayrımcılığa dayanmaksızın “ayrı türlerin” varlığını iddia eder. Örneğin beyazlar, siyahlar, kara kafalılar vs. Bu türlerin, antropolojik, değişmez özlerinin olduğu, türler arasında geçirgenliğin olmadığı ve bu türlerin bu sınırları koruması gerektiği gibi korku, güvenlik, denetim ve kontrola dayalı söylemler ağı ile örülmüştür ırklaştırma ideolojisi. “Biz” ve “Onları” özcü olarak tanımlayan bu idelojik söylem, toplumsal yapıların ve kurumların kurucu öğesi durumundadır. „Irk“ın performatik gücü, ırklar arasında var olduğunu iddia ettiği sınırları, fırsatlar ve kaynaklar açısından hiyerarşik sonuçları olan uygulamalar, fikirler ve kurumlar vasıtasıyla şekillendirmesinde yatar.

Irk-göç bağını, kurumlar, ideolojiler ve sosyal pratikler arasında akıcı ve birbiriyle iç içe geçmiş bir bağlantılar paketi olarak analiz etmek gerekir. Bu boğumlanma/artıkülasyon içinde oluştuğu konjonktüre bağlıdır ki, bu da farklı tarihsel ve mekansal koşullarda farklı görünüşler sergiler.

Almanyda tarihsel koşullar nasıldı:

Hepimizin bildiği gibi, Almamya 2. Dünya savaşından sonra 1950‘lerde tekrar ekonomik gelişim sürecine girdi. Sanayi işçisine ihtiyaç arttı. İtalya, İspanya, Yunanistan, derken Türkiye vs. ile göç anlaşması imzalandı.

Burda yine bir noktanın altını çizmek istiyorum, çünkü bu maalesef kamuoyunda hala tam olarak anlaşılmadı.

Göç, ulusal devletlerin anlaşma imzalamasıyla başlamadı. Bu ikili anlaşmalar, ki genelde göç veren ülkelerin ısrarı üzerine ortaya çıktı bunlar. Yani Almanya’dan ziyade İtalya, İspanya, Türkiye bu sınır ötesi emek hareketliliğin bir anlaşma ile düzenlenmesi, kontrol altına alınmasını istedi. Bizim Türkiyeli cenahta hala yerleşik bir fikir. Almanya bizi çağırdı. Bizimkiler de pasif özneler olarak bu çağrıya uydular, yani buraya getirildiler. Politik olarak yanlış bir özneleşme bakış açısı. Bizim tam tersine, göçmenlerin öznel eylem yönlerini, tasavvurlarını, mobilite ve daha iyi bir yaşam arzularını öne çıkaran bir perspektife ihtiyacımız var hala. Bundan kastım, kahraman devrimci öznelik analizi değil, fakat göç siyasetini ulus devlet tekelinden kurtarıp, politik/sosyal faillik/öznelik meselesine vurgu yaparak analiz etmek. (Yine tartışma bölümünde bu konunun üzerinde durmak zorundayız. Çok önemli bir nokta bu).

Peki, Almanya subaltern konuk işçilerle nasıl bir toplumsal ilişki geliştirilecekti? Bunun yanıtı göçmen işçi istihdam programlarının temel paramatlerinde saklıdır. Bu programların karakteristik özelliği, Alman yurttaşları ile yabancı (işçi) arasındaki yasal ayrımdı. Yabancı işçilerin gelecekte yurttaşlık haklarına sahip (göçmen) olacakları ihtimali dahi düşünülmüyordu, daha doğrusu istenmiyordu. Bu kan bağı esasına dayalı ayrım 1913’teki Alman yurttaşlık yasasına dayanmaktaydı. Bildiğniz gibi, yurttaşlık yasaları insanların sosyal güvenlik hakkı, iş ve ikamet haklarını düzenlemekle kalmaz, aynı zamanda ulusa aidiyet bağını belirleyen temel mekanizmadır. Bu açıdan, yabancı işçi istihdam programları ırk kavramına açık bir vurgu yapmadan, “fark” ile nasıl ilişkilenileceğine dair stratejik bir politik hat belirliyordu. Yabancı işçiler geçici konuklardı. 2 yıl çalışıp gideceklerdi.

Irkçı ayrımcılığın dili yabancı işçi tartışmalarında genelde yoktu, fakat sosyal ve yasal parametreler yerli Alman ile yabancı işçi arasındaki sınırı kesin bir şekilde çiziyordu. Böylece geride bırakıldığına inanılan „ırksal“ farklılık, göçmen işçi figürü üzerine yüklendi. Bu aşılamaz, değişmez, sabit sınır fikri yerli (native) ile yabancı arasındaki farkları doğal ve mutlak halde tasavvur etti.

Bu tasavvur ve daha doğrusu göçmeleri „gettolara“ sokan, onların hem sosyal hem de politik adacıklar şeklinde yaşam örgütlemerine yol açan segregationist düzenlemeler ve pratikler saf, otantik, statik, homojen Alman kimliği fantazisini ideolojik düzeyde beslemiş, pek çok sosyal reformun önünü kesmiştir.

1980’lerde entegrasyonist bir dönüşüm yaşandı. Göçmeneleri Alman toplumuna entegre etme arzusu ve vurgusu hem resmi politika yapımında hem de popüler söylemde geniş yer bulmaya başladı. Bu değişim hem gündelik yaşantıdaki değişimlerin bir yansıması olurken, aynı zamanda Gastarbeiterler’e de yeni bir bakış açısını doğurdu. Söyle ki uyum, Almanlarla (aslolarak Türkiyeli) göçmenler arasındaki sosyal sorunları kültürel farklılık fikri temelinde izah etmiştir. Örtük olarak entegrasyonun amacı bu farklılıkları aşarak birbirini zenginleştiren bir şekilde ve barışçıl bir birarada yaşamdı. Entegrasyon fikrinin politik tarışmaları bu kadar meşgul etmesi beraberinde çokkültürlülüğün arzulanan bir amaç olup olmadığı tartışmasını ve buna muhalif muhafazakar bir bloğu doğurmuştur.

Kusura bakmayın, tarihsel boytunu biraz uzatıyorum, ama önemli.

Göçmenlerin Alman yurttaşı olmalarının kesinlikle önüne geçmek isteyen CDU, 2. kuşak da olsa göçmenlerin kendi mentalite ve dillerini koruduklarını, bu yüzden kesinlikle Alman yurttaşı olamayacakları tezini savunuyordu ki bu yurttaşlığı “Germanisation” üzerinden tanımlamaktır. Bir taraftan böyle bir olasılığa kapıları tamaman kapatmazken, diğer yandan bunun temelde “insanın doğasına” ve toplumun düşünce yapısına aykırı olduğu iddia ediliyordu. 1980‘lerde etnisite ve kültür hakkında “yeni” bir kavramsallaştrma ortaya çıktı. Buna göre aslında Alman kültürü (herhangi bir kültür) diğer kültürlerden üstün değildi, sadece (örneğin Türk kültüründen) farklıydı. Diğer kültürlerin değeri ve mirası reddedilmiyordu. Ama kültüre değişmez, sabit, durağan bir nitelik verilip, özcüleştiriliyordu. Kültürler böylece birbirlerinden aşılmaz çizgilerle ayrılan, iletişime kapalı fakat çatışmaya açık daha doğrusu programlanmış analitik bütünlükler olarak kavranıyordu (Barker 1981). Böylece kültür, meşrulaştırılan ırk kavramının yerine geçiyor ve insanlar arasındaki temel, birbiriyle uyuşmaz farkları açıklama aracı haline geliyordu.

Kültürün ırksallaşması ve yeni-ırkçılığın, ırka alenen atıf yapılmadan ötekileştirilenlerin (göçmenlerin, mültecilerin, siyahların, romenlerin vs.) yurttaşlık hakları ve eşitlik taleplerinin reddini meşrulastırılıyordu.

1990‘larda 2 Almanya’nın birleşmesi Almanya‘da milliyetçiliği arttırırken, göç ve ırkçılık ekseninde de yeni gelişmeler ortaya çıktı. 1990 lar aynı zamanda sovyet bloğunun çöküşü, pek çok yerde sefalet ve korkunç etnik çatışmaların yaşandığı bir döneme yol açtı. Yugoslavya‘nın dağılması neticesinde, Almanya yeni bir göç dalgası (mültecilerden oluşan) yaşandı. Keza Türkiye‘den Kürt bölgelerinin boşaltılması neticesinde yine ciddi bir göç vardı. 93’te Alman İltica yasası değiştirildi. 90‘larda ciddi bir ırkçı saldırılar serisi yaşandı.

2000‘de ise yurttaşlık yasasının liberalleşstirilmesi, 2004‘de göç ve 2006‘da ayrımcılık karşıtı yasaların çıkması göçmenlerin sosyal haklarına sahip olmasında önemli aşamalardır. Neden sosyal daha doğrusu yurttaşlık hakları ırkçılığı anlamamızda temel rol oynar? Çünkü, bu, ırkçılığı, kapitalizm ile birlikte düşünmemize olanak sağlar.

Irkçılık – Kapitalizm

Sınıf temelli yaklaşımlar, ırkçılığı ekonomik transformasyon süreçlerinde bölünmüş emek piyasası konseptiyle analiz etmişlerdir. Buna göre uluslararası göç, gelişmiş ülkelerin ekonomik yapısının esnek, düşük ücretli ve statüsüz işgücü talebinden ileri gelmektedir. Küresel asimetrik ekonomik yapılar, hakim sermaye birikimi, göçmen işçiler açısından etnik bir alt-sınıflaşma süreci (underclass) yaratır. Bu da işçi sınıfı açısından bir bölünme (splitting) getirir.

Irkçılık, hakim sınıflar tarafından krizi yönetme stratejisi olarak kullanılır. Geri gönderilebilir yabancı işçilerden oluşan rezerve ordusunun varlığı ve işçi sınıfının bölünmesi, sınıfsal antagonizmayı etnikleştirilen sınıf fraksiyonlarına naklederek, böylece sömürü ve devlet tarafından uygulanan ayımcılık daha etkili hale gelir.

Bu yaklaşımın artıları olmakla birlikte, analitik eksiklikleri var. İşçi sınıfının etnik bölünmesinin vurgulanması, bu meselenin ortaya çıkışının nedenlerini açıklamaktan uzaktır. Bu yaklaşım, ekonomik indirgemeciliğe yol açar ve monokausal bir açıklamadır.

Irkçı içerilme/dışarılmanın artıkülasyonu, kendisini kuran anlam konstrüksiyonlarından bağımsız değildir. Signifikasyon (anlamlandırma) ve atribüsyonun sosyal ve semantik bağlamı emek piyasasının katmanlaşmasına indirgenemez. Emek piyasasının yapısal olarak belirlenmiş dışlama düsturu, içerilmenin kriterlerinin çerçevesini çizer, fakat dışarılmanın özgüllüğünü açıklayamıyor.

Bu özgüllük, güpların oluşumunda mevcut söylemlerin etkinliği bağlamında açıklanabilir (Karakayalı/Tsiaonos 2003).

Irkçı dışlama, göç süreçlerinin karmaşık yapısı içerisinde çakışmaktadır. Göçü anlama, sadece emeğin sınır ötesi hareketlerini anlamak değil, göç rejimlerini anlamaktır. Zira göç rejimi analiziyle, göçün modülasyonunun/düzenlenmesinin yanı sıra, alt sınıf oluşumu ve göçmenlerin hak gasplarının mümkün olabildiği karmaşık sınıf ilişkilerinin dinamiğini anlayabiliriz. Bu sayede, kurumsal ırkçılığı meydana getiren devlet, halk ve ulus arasındaki ilişkileri de açıklayabiliriz. Yoksa kurumsal ırkçılığın var olduğunu söylemek, kurumların özgün niteliklerini dikkate almadan psikolojik veya antropolojik bir ırkçılık modelini devlete taşımaktan öteye gidemez.

Peki nedir bu spesifik nitelikler? Burada kurum kavramının materyalist bir analizine ihtiyaç vardır. Bu kurumları ırkçı ilişkilerin tarihinin içerisine yerleştirmek gerekir ki, göç rejimi ile ilişkili özgün ırkçı pratikeri açıklayabilelim.

Kapitalist devlet yerleşik göç rejimleri içerisinde sadece işgücünün katmanlaşmasını düzenlemiyor, aynı zamanda işgücünün yeniden üretiminin farklı yapılarını da. Bu yeniden üretimin etnikleştirilen kategoriler boyunca nasıl işlediğini anlamak için, bir politik-ideolojik bütünlük olarak ulus kavramını ve dönüşümünü anlamak gerek.

Burada Poulantzasa dönüp devlet, kurum ve sınıfsal içerilme meselesine bakabiliriz. Poulantzasın kapitalist devlet analizine göre, sınıf çatışmasındaki güç ilişkileri işçi sınıfının „devlet“ aygıtının içerisinde ne kadar yer aldığına yani sınıf çıkarlarının ne kadarının dikkate alındığına, işaret eder. Peki bu durumda, ırkçılık devlet içerisinde nasıl bir mevcudiyete sahip?

Bu soruyu yanıtlamak için, Balıíbar’ın Poulantzas’ın tezini geliştirerek ortaya attığı “ulusal sosyal devlet” kavramına başvurmak gerekir.

Balibara göre, sınıf savaşlarının sosyal politikalar aracılığıyla düzenlenmesi ve ücretli emeğin en azından bir kesimi için sosyal güvenliğin sağlanması (sosyal devlet), 19. yy.‘dan günümüze devletin

ulusal biçiminin devamı için vazgeçilmezdir (Balibar 1990). Buna göre, yönetilen sınıflar desorganize olarak yeniden yapılandırılır. Bu desorganizasyon, sosyal hakların yurttaşlığa bağlı olmasından kaynaklanır. İşçi sınıfının ulusallaşmasının maddi temeli bu süreç içerisinde atılır. Peki işin içine „yabancı“ (göçmen) işçiler girince nolur? İşgücünün farklılaştırılmış yeniden üretiminin gerçekleştiği araca, göçün devlet tarafından kontrolüdür. Bu durumda işçi sınıfının bir bölümüne, yabancı işçilere, sosyal hakları verilmez. Ücretli emek ile yurttaşlık arasındaki ayrışma, ırkçılığın devletin kurumsal materyalliğine işlendiği zemini oluşturur.

Bu yaklaşım bize ekonomik indirgemeci yaklaşıma karşı politik bir analiz ve mücadele hattı sunar. Ekonomik indirgemeci yaklaşım, göçmenlerin sosyal haklarını kazanma mücadelesini, bunlarla ilişkili insan hakları vs. söylemlerini, kısacası, politik potansiyelleri gözardı edegeldi. Oysa tam da bu ulusal-sosyal devletin, yurttaşlık ve sosyal hakları arasındaki kurduğu bağı esneterek ve hatta kopararak, ırkçı dışarılma/içerilme artıkülasyonunu pek çok kez dumura uğratmayı başarmıştır göçmenlik mücadelesi.

Kısacası ırkçılığın üzerinde yükseldiği zemini açıklamada ekonomik veya sosyolojik determinizme düşmek istemiyorsak, göçü bir sosyal hareket olarak ele almak gerekir. Böylece göç, kontingent bir ayrıştırma ve boyunduruk altına alarak içermenin kurucu öğesi olarak değerlendirilebilir. Göç ve emek arasında ırkçı sınır çizimleri dolayımıyla oluşturulan bağ, yurttaşlığın temel farklılaştırma kriteri olarak işlev görmesinde yatar. Böylece göç politikaları aracılığıyla 2000’lı yıllara kadar hem göçmenler, hem de göçmen çocukları için emeğin fordist düzenlenmesinden de kaynaklı daha aşağı, statüsüz iş alanları yaratıldı. Toplumsal refahtan ve haklardan daha az pay alabildiler. Farklı hukuksal düzenlemelere tabi olageldiler. Göçmenlerin ve çocuklarının esnek iş piyasaları için sabit işçiler olageldiğini söylemek mümkündür.

2000 yılında yurttaşlık yasasının çıkmasıyla, artık Alman ve yabancı (Ausländer) arasındaki hukuksal farkın eski belirginliğini yitirmeye ve eski göçmen grupların yerleşikliğinin artmasına yol açtığını görüyoruz. Fakat bu sosyo-ekonomik verilerde topyekün bir iyileşmeden ziyade, ırkçılığın daha esnek bir yapıya dönüştüğünü gösteriyor. Yoksa istatistiklere baktığımızda, Türkiye kökenli göçmenlerin hala Almanya ortalamasından daha fazla işsiz ve daha az gelirli işlerde çalıştığını görüyoruz. 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından özellikle Müslüman olarak addedilen gruplarınoryantalist bir bilgi ve söylem temelinde fark gözetmeksizin fundamentalist, antimodern, gerici ve eşitlikçi olmayan bir sivilizasyon ile birlikte anıldığı görülmekte.

Bu ırkçı yorumladama bu grupların sosyo-ekonomik dışlanmaları sözde kültürel noksanlıkları ile gerekçelendirilmektedir. Sınıfsal konumları da bu sayede kültürelleştirilmektedir. Günümüzde daha esnek işleyen ırkçılığa, “post-liberal ırkçılık” diyenler de vardır (Tsianos/Pieper 2011).

Buna göre ırkçılık, çok esnek kriterlere göre grupları oluşturmakta ve postliberal yurtaşlık formları ortaya çıkarmaktadır. Belirli yurttaş gruplarına farklı kıstaslara göre hakları verilmemektedir. Irkçılığın son yıllardaki dönüşümünü açıklamak için, İngilizce “post-racial” kavramı kullanılmaktadır. Barak Obama‘nın 2009’da başkan seçilmesi, artık (ırkçılık-sonrası) bir çağa girdiğimiz iddiasını güçlendirdi. Aslında bu, küreselleşmenin, ulusal, sınıfsal, etnik vb. Farklılıkların azalması ve meritokrasinin zirvesine nihayet ulaşıldığının onaylanması olacaktı. 1960’lı yıllara kadar seçme hakkı dahi olmayan ezilen siyahi birinin üstün başarı performansı onu nihai olarak dünyanın en güçlü pozisyonuna getirebilirdi. Mesele liyakattı. Goldberg postraciality iddiasını yapısal farklılaşma sorunlarından kaçınma durumu olarak görür. Zira refah, zenginlik, eğitim, işsizlik, ücretler, hapis edilme, polis şiddeti, ortalama yaşam süresi gibi alanlarda ABD’de siyahilar, Avrupada ise karakafalı göçmenler hala beyazlardan ayrılmaktadır. Bu eşitsizliklerin meşrulaştırılma yöntemleri giderek kişisel sorumluluk ve bunun yokluğu suçlamasına dayanmaktadır.

Böylece bir yandan yapısal olan, bireylerin kişisel aktörlüğüne (agency) indirgenirken, öte yandan ırk’i şeylerin sözde doğal düzeninin tanınmayan bir parçası haline getiren relativizme yol açar. Irkçılık-sonrası iddia, kurnaz bir hegemonik manevra gerçekleştirir: Yapısal “ırk” eşitsizlikleriyle birlikte sivil ve popülist ırkçılık devam ederken, bunu açıklayacak herhangi bir analitik çerçeve ortadan kaybolur. Çünkü hakim olan ideolojik ve kurumsal aygıtlar, liberal kapitalizmin radikal bireycilik rasyonalitesi çerçevesinde, ısrarla ırk ve ırkçılık zamanının geçtiğini iddia ediyorlar. Bu Almanya için de geçerlidir. Özellikle 2. kuşak göçmenlerin hem anaakım kültürel alanlarda boy göstermesi, hem de göçmenler arasında küçük grupların sınıf atlaması, ırkçılığın tamamen kaybolduğunun göstergesi sayıldı. Yapısal farklılıklar keza bireysel ya da kültürel/dinsel verilere atıfla açıklanıyor. Burada biyopolitik açıklamalara başvrulmaktadır. Meselenin göçmenlerin çocuk doğumundan, spor ve beden terbiyesinden, arkadaş-eş-seçimine kadar pek çok toplumsal alanda modernliğin gerektirdiği self-reflexive edimselliği gerçekleştiremediklerinden yakınılıyor.

Postliberal ırkçılığın vurguladığı esnekliğin diğer önemli bir izdüşümü, ırkçılığın kendini meşrulaştırırken edindiği yeni ittifaklardır: Örneğin ana akım beyaz feminizm ve beyaz lgbtq hareketlerinin göçmenlerin ırkçı dışlanması üzerinden (ki burada yine göçmenlerin modernlik karşıtı yaşam biçimlerinden dem vurulur), sözde evrensel-demokratik Avrupa değerlerinin temelinde yeniden inşa edilen kollektif major bir kimliğin bekçiliğini yapmaya başladığını görüyoruz. Almanyada 2015’te Köln’deki yılbaşı kutlamaları sırasında yaşanan kadınlara yönelik toplu cinsel saldırıların yol açtığı haklı infialın, anaakım beyaz liberallerin/ hatta feministlerin cinsel suçları etnikleştirdiği ve göç rejiminin baskıcı yeniden üretimindeki rolüne bir örnektir. Neoliberal dönüşümün yeni toplumsal konfigürasyonunda sınıf ve toplumsal cinsiyetin artıkülasyonu değişmektedir. Keza postliberal ırkçılığın vurguladığı bir diğer nokta, ırkçılığın sağ ve sol, ilerici ve gerici vs. olarak adlandırılabilecek ikili kamplar yaratmadığıdır, aksine bu alanları dolaşarak, bunların sınırlarını esnekleştirip, değiştirdiğidir. Bunun en yalın örneğini, Sosyal Demokrat Partili Berlin eski Finans Senatörü Sarrazinin 2011 yılında ortaya attığı tezlerde görebiliyoruz (Sarrazın 2011). Sarrazın’e göre göçmenlerin kalıtsal “gerizekalılığı”, biyolojik üreme çılgınlığı ve kültürel gerikalmışlığı yüzünden (keza Alman altsınıfların da bunda büyük payı vardır ona göre) Almanya’nın uluslararası ekonomik rekabette geri kalıp çöküş yaşayabilir. Bu tehlikeye karşı orta-üst sınıflar önlem almalılar.

Kitabın 2 milyonu bulan tirajı kamuoyunda yarattı tartışmalar Almanya’da ırkçılığın kolektif anlam ve duygulanım dünyasında hala ne kadar etkin ve derin olduğunu gösteriyor. Ulusötesi göç aynı zamanda sınıfların sürekli olarak yeniden bileşimine sebep olur (recomposition). Dünya sistem teorisine göre, uluslararası işbölümünün eşitsiz koşullarında ırkçılık uluslararası işbölümü tarafından oluşturulan hiyerarşilerin kurumsallaşmasıdır. Bundan kasıt, uluslararası işbölümündeki yapısal sorunların ulusal emek piyasasının katmanlaşmanın dolayımsız nedeni olamayacağını belirtir. Etnikleştirme sınıf oluşumunun yapısal bir öğesidir, ama üretici güç olarak sınıf düzeyinde değil, kapitalist (devlet) rejim temelli ele alınmalıdır. Bu durumda soru, hangi kurumsal teşekkül, toplumsal olarak birarada bulunan gruplar ve bireyler arasında ırkçı içerilme ve dışarılma modüsü yaratmakta, bunları nasıl etnik veya ırksal kimliklerle donatılmış özneler olarak ortaya çıkarmaktadır?